RİZE HALK KÜLTÜRÜ

Sözlü Edebiyat

Adlandırmalar

İnsan isimleri: Çocukların isimlerinin genellikle aile büyükleri tarafından verilmesi, isim koyma esnasında bir imam, hoca veya saygı duyulan bir büyüğün çağrılması, çocuğun kulağına ezan okunması (Osmanlı adet, merasim ve tabirleri üzerine yazdığı kitapta Abdülaziz Bey; Osmanlı’da doğumdan üç gün sonra evin büyüğünün çocuğu kucağına alarak kıbleye dönmesini ve sağ kulağına ezan okunarak ismin koyulmasını bir Osmanlı âdeti olarak aktarır (Abdülaziz Bey, 1995: 13-14)), doğum zamanına rast gelen olaylarla ya da geleceğe dönük temennilerle ilgili isimler verilmesi (Kadir Gecesinde doğan çocuğa Kadir; Miraç Gecesinde doğan çocuğa Miraç; Mevlit Kandilinde doğan çocuğa da Mevlüt isminin verilmesi buna örnektir) gibi karakteristikler genel anlamda Türk dünyasında isim kültüründe rastlanan müşterek motiflerdir. Burada zikredilen uygulamalar Rize ilinde de görülmektedir.

Tablo 1: 2016 yılı verilerine göre Türkiye ve Rize’de en çok kullanılan isimler

Türkiye

Rize

Kadın

Erkek

Kadın

Erkek

Zeynep

Yusuf

Fatma

Mustafa

Elif

Eymen

Emine

Mehmet

Hiranur

Ömer

Ayşe

Ahmet

Defne

Mustafa

Hatice

Ali

Miray

Miraç

Havva

Hasan

 

Tablo 1 incelendiğinde görülecektir ki Rize’de yaygın olarak kullanılan isimlerin hemen hepsi İslam inancıyla doğrudan ilgilidir. Doğan çocuğa isim seçilirken Resulü Ekrem’e ve Ashab-ı Kiram’a yakınlık gözetilir. Peygamberin yakın çevresindekilerin isimleri genel olarak “kitap adı” tabiriyle ifade edilir (KK. Ayşe Usta).

Ad koymada temel karakteristiklerden biri olan büyükanne ve büyükbabanın isim seçimi hakkı, geniş aileden çekirdek aileye geçiş süreciyle birlikte çocuğun anne babasına geçmektedir. Buna bağlı olarak isim tercihlerinde de değişim görülmektedir. Yeni neslin isim tercihinde, ismin kulağa hoş gelmesi, alışılmış bilindik bir isim olmaması gibi unsurlar öne çıkmaktadır. Dolayısıyla geçmiş dönemlerde isim koymada belirleyici faktörlerden biri olan çocuğun kaderine yönelik temenni terk edilerek çocuğun toplum içindeki ilişkilerine etkileri dikkate alınarak isim konulmaktadır.

Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim zamanlarında, Osmanlı topraklarından pek çok aile, bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bu aileler içerisinde, geldikleri yeri sülale ismi olarak kullananların varlığı, Rize’de tespit edebildiğimiz sülale isimlerinden bazılarının kökeni hakkında bilgi sahibi olmamızı mümkün kılmaktadır. Buna göre, kayıtlarda Arnabudoğlu, Arnabudoğulları, Boşnakoğlu ve Boşnakoğulları olarak geçen ailelerin, Balkanlardan Trabzon’a gönderilen Arnavut ve Boşnaklardan olduklarını söyleyebiliriz. Karamanoğlu sülale adını taşıyanlar, Fatih’in Karaman Beyliği’ni Osmanlı topraklarına katmasıyla, bu bölgeden Trabzon ve çevresine iskân edilen ailelerdendir. Bağdatlıoğlu, Çolakoğlu, Fettahoğlu, Küçükalioğlu, Solakoğlu ve Vanlıoğlu aile adını taşıyanlar, Yavuz Sultan Selim’in, Dulkadiroğulları Beyliği’ne son vermesiyle, bu beylikten bölgeye gönderilen aileler arasındadır. Ahmedoğulları ve Hacıoğulları akraba isimlerini taşıyanlar ise, Akkoyunlulara son verilmesinin ardından, Trabzon ve civarına yerleştirilen boylardandır. Çepnioğlu sülale ismi de, 24 Oğuz boyundan biri olan Çepnilerden gelmektedir (Pehlevan Yıldız, 2008: 86).

Lâkaplar: Türkiye’nin pek çok yöresinde, özellikle de yüz yüze ilişkilerin, cemiyet ilişkilerinin sürdürüldüğü bölgelerde neredeyse herkesin adı yanında bir de lâkabı vardır. Lâkapların kullanıldığı yörelerde kişiler isimlerinden ziyade lâkaplarıyla tanınırlar. Lâkap kullanımı en çok sülale isimlerine atıf yaparak kullanılır. Köy yerleşimlerinde aynı ismi taşıyan çok sayıda kişiyle karşılaşmak mümkündür. Bu durumun da etkisiyle işaret edilen kişiyi belirlemek için lâkap kullanımı söz konusu olmaktadır.

Lâkaplar aynı adlı iki kişiyi birbirinden ayırmaya yaradığı için iletişim değeri de taşır. Soyadı kanununun kabul edildiği 21.6.1934 tarihine kadar lâkap ve unvanlar soyadı yerine kullanılıyordu. Dolayısıyla 1 yüz yıl kadar önce, lâkaplar resmî olarak da kullanılıyorlardı. Adla kimlik ve kişilik arasında ilişki olduğu muhakkaktır. Lâkap da bir tür ad olduğuna göre onun da kişinin kimliğiyle ilişkisi olduğu göz ardı edilmemelidir.

Lâkapların insanın fiziki yapısı ve davranışları gibi iki temele dayanarak oluşturulduklarını düşünmek mümkündür. İnsanın fiziki yapısıyla adlandırılanın boyu, kilosu, yüz rengi, burnu, gözleri, kulakları, hatta elleri ve ayakları, saçı, saçının rengi vb. anlaşılabilir. İnsanların bazı davranışları da lâkaplarda veri olarak kullanılmaktadır. Bazen bir insanın soyu ve etnik kökeni de lâkabında kullanılır.

Kişi veya ailelerin beceri, huy, meslek, fiziki özelliği ve iz bırakan yanlarıyla ilgili olan lâkaplar olumlu veya olumsuz bildirimler taşıyabilir. Olumsuz bildirimli lâkaplar kişiyi rencide edici olabilir; olumsuz bildirimli fiziksel kusurları işaret eden lâkaplar daha çok kişinin arkasından söylenir, yüzüne karşı söylenmeyebilir. Eğer kişinin toplum içindeki nüfuzu zayıfsa her ortamda lâkabıyla çağırılabilir.

Lâkapların önemli bir bölümü basit adlardan oluşmaktadır: Kara, Bozo, Koç, Topal vs.

Basit adlardan oluşa lâkaplardan başka türetme ekleriyle oluşturulmuş lâkaplar da çok görülür: İba (İbrahim), Memiş (Muhammet), Yanmış, Dörtgöz, Çatal Kazık, Setozlu, Gürgenli vs. Rize’nin köylerinde bugün dahi insanlar lâkaplarıyla çağrılmaktadır.

Akrabalık ve Hısımlık Terimleri: Rize’de baba tarafından ve aynı soydan gelenlere akraba, akraba olmayıp evlilik yolu ile aile bağı kurulanlara ise hısım denir. Akraba olanlar genellikle aynı soyadı taşırlar. Rize’de akraba büyüklerinden erkeklere emice (amca) denir. Annenin erkek kardeşine dayı dendiği gibi akrabalık bağı olmadığı halde yaşça büyük olan bütün erkeklere de dayı denir. Akrabadan olmayan yaşça büyük kadınlar ile dayının karısına da hâlâ denir.

Rize’de kız çocuklarına “paçi,” erkek çocuklarına “uşak” denir. Kardeş çocuğu olanlara kız olsun erkek olsun yeğen değil de torun denir. Kardeş ve arkadaş eşlerine de yenge yerine gelin denir.

Bir evde birden fazla gelin varsa gelinler, büyük gelin, küçük gelin veya geldikleri köyün adıyla çağrılırlar; Perkamli, Setozli gibi. Gelinlere köy isimleriyle hitap etmek o kadar yaygındı ki gelinlerin gerçek isimlerinin zamanla unutulduğu olurdu.

Gelin, yaşları ne olursa olsun görümcelerine abla, kayınlarına da ağabey derdi.

Dünür yerine hısım, damat yerine enişte kullanılır. Kuzen sözü yakın zamana kadar hiç işitilmezdi; amcaoğlu / kızı, dayıoğlu / kızı gibi ifadeler geçerliydi.

Eşler, birbirlerini isimle çağırmaz kadın kocasını adam, herif; koca ise karısını “uşaklarun anasi” veya bir lâkapla çağırırdı. Yaşlı çiftler birbirlerinden kocaman / kocakari diye söz ederler.

Nazar ve göz değmesine inanılan yerlerde çocukları nazardan korumak için isimleriyle hitap edilmediği yahut kötü, küçümseyici isimlerle çağırıldıkları görülür. Bu durum Rize’de de gözlenebilir. Birçok yerde güzel çocuklara isimleri ile hitap edilmez. Çok kere onlara çirkin isimler konularak korunmaları sağlanır.

Unvanlar: Unvanlar toplum içinde statü belirten sıfatlardır. “1495 Numaralı Şer'iyye Sicili Defterine göre Rize'nin Ekonomik ve Sosyal Hayatı” başlıklı tezde 1869-1871 yıllar arasında Rize’de kullanılan unvanlar Tablo 2’de gösterildiği şekildedir.

Tablo 2: 1869-1871 yıllar arasında Rize’de kullanılan unvanlar

Unvan

Kullanan kişi sayısı

El-Hac / Hacı

271

Efendi

213

Ağa

147

Molla

75

Reis

57

Bey

17

Halife

5

Seyyid

5

Şeyh

3

Görüldüğü üzere, incelenen dönemde Rize’de en çok kullanılan unvan Hacı’dır. Bu unvan, İslâm toplumunda hac farizasını ifa eden kişiler için kullanılmaktadır. Hacı unvanı günümüzde de aynı manada kullanılmaktadır.

Efendi unvanı Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfına mensup olanlarla, diğer bazı devlet ricali için kullanılmıştır. Günümüzde ilmiye sınıfı olmadığı gibi bu unvana da pek rastlanılmamaktadır.

Ağa unvanı, Osmanlı askerî teşkilâtında en çok kullanılan unvanlardan biridir. Bunun yanı sıra, saray teşkilâtında vazife gören bazı kişilerle, halkın ileri gelenleri, esnaf kethüda ve yiğitbaşıları ile taşra ayan ve eşrafı için de kullanılmıştır. Yakın zamanlara kadar maddi imkânları iyi olan, toplum içinde sözüne değer verilen, itibarlı kişiler de ağa unvanıyla taltif edilirdi.

Reis unvanı tekne sahibi kimseler için kullanılırdı. Günümüzde Rize ili genelinde şahsa özel bir unvan olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı işaret etmek üzere kullanılmaktadır.

Halîfe ve Molla unvanına sahip kişilerin, genellikle dinî görevliler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Bilindiği üzere Seyyid, Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler için kullanılan bir unvandır. İncelenen dönemde Rize’de kadı, kaim-i makam, mutasarrıf, muhasebe vekili ve nâibler için de unvan kullanılmıştır. Şeyh unvanı, bir tekkenin veya loncanın reisi anlamına gelmektedir.

Yer Adları: Yer adları, üzerinde yaşanan toprağın vatan haline getirilmesi bakımından önemlidir. Doğu Karadeniz bölgesinde insan yerleşiminin tarihi 3000 yıl öncesine uzanır. MÖ. 6. yüzyıldan itibaren ise bölgeye siyasal anlamda hâkim olmuş devletlerden söz edilmektedir. Bütün bu yüzyıllar boyunca çok çeşitli insan topluluklarının bu bölgeyi yurt edindiğini, farklı dil ve kültüre atıf yapan yer adlarından anlıyoruz.

Öte yandan, bütün yer adlarını kesin olarak belli bir dile izafe etmek mümkün olmamaktadır. Bu durum Rize adı için de geçerlidir. Rize adının kökeni dair çeşitli iddialar olmakla birlikte en çok atıf yapılan iddia Rize adının, Yunan dilinde pirinç anlamına gelen Rihizios sözcüğünden geldiğidir. Orhan Naci Ak, Rize Tarihi adlı eserinde Rize adıyla ilgili iddiaları şöyle sıralar: Rize kelimesi Farsça’da kırıntı ve döküntü anlamına gelmektedir. Yunanca “rıza” kelimesi bir şeyin eteği veya kökü, bir dağın eteği, bir ailenin kökü veya kaynağı anlamındadır. W.E. Allen, Doğu Karadeniz’de pek çok ismin Rumca değil, Lazca kaynaklı olduğunu söylemekte ve Rhizaion’un Lazca’da “askerlerin ve insanların toplandığı yer” anlamına geldiğini belirtmektedir (Ak, 200: 23-24). Bugün, Lazca bilenler böyle bir kelimenin mevcut olmadığını söylemektedir. Muhtemeldir ki birçok yer adı eski kabileler zamanından kalmadır. Osmanlıların bölgeye hâkim olduğu 1461 tarihinden sonra o zamanlar kullanılmakta olan yer adlarında bir değişiklik yapılmamıştır. 19. yüzyıldan itibaren Balkanlarda ortaya çıkan etnik temelli milliyetçilik akımına karşı bir tür tedbir olarak Osmanlı Devleti birçok eyaletinde yer adlarıyla ilgili düzenlemeler yaptı. Trabzon vilayeti ve ona bağlı kazalarda yer adlarında değişikliğe gidilmiştir.

Tablo 3: Rize’deki Bazı Köylerin Eski ve Yeni Yer adları

Eski Adı

Yeni Adı

Bağlı Olduğu Yer

Ağantoz

Selamet Köyü

Güneysu

Ahincoz

Yiğitler

Merkez

Akatoz

Bürücek

Derepazarı

Akrolit

Limanköy

Çayeli

Andon

Küçükçayır

Merkez

Anzer

Çiçekli / Ballıköy

İkizdere

Apancana

Esendere

Kalkandere

Aprik Makraş

Musadağı

Çayeli

Apso / Apsu

Suçatı

Pazar

Aron

Sütlüce

Merkez

Askoroz

Pazarköy

Merkez

Aspet

Fethiye

İyidere

Atyanoz

Kasarcılar

Merkez

Babik

Tophane

Merkez

Babik

Çukurluhoca

Çayeli

Bakoz

Yamaçdere

Pazar

Basalet

Aksu

Kalkandere

Cacivat

Akmescit

Pazar

Canceva

Caferpaşa

Çayeli

Çarihoz

Dağsu

Merkez

Çeçeva

Haremtepe

Çayeli

Cimil

Başköy / Ortaköy

İkizdere

Çiklenar

Sarayköy

İyidere

Çinçiva

Şenyuva

Çamlıhemşin

Elevit

Yaylaköy

Çamlıhemşin

Filandoz

Merkez

Derepazarı

Ğutoz

Pekmezli

Merkez

Hacabit

Subaşı

Pazar

Haçanoz

Çamlıbel

Merkez

Haldoz

Bağdatlı

Merkez

Haldoz

Portakallık

Merkez

Hamalyoz

Balıkçılar

Merkez

Hazavit

Ulucami

Güneysu

Havra

Yanıkdağ

Çayeli

Haytef

Beşikçiler

Çayeli

Humrik

İslampaşa

Merkez

Kabahor

Gölyayla

İkizdere

Kaçaran

Zincirliköprü

Merkez

Kalamoz

Akpınar

Merkez

Kalitoz

Güneli

Merkez

Kaluharaf

Kiremitköyü

Merkez

Kanboz

İslahiye Köyü

Güneysu

Kandeva

Kırklar tepesi

Merkez

Kaşatoz

İslahiye Köyü

Güneysu

Kuriloz

Adacami

Merkez

Leroz

Armutlu

Çayeli

Libarit

Yalıköy

İyidere

Makraş

Şirinköy

Çayeli

Maryeva

Şairler

Çayeli

Mişona

Pazarköy

Merkez

Perkam

Demirhisar

Çayeli

Petran

Meşeköyü

İkizdere

Pulihoz

Dumankaya

Güneysu

Raşot

Karaağaç

Çayeli

Romanoz

Hayrat

Merkez

Roşi

Reşadiye

Merkez

Salarha

Çaykent

Merkez

Senoz

Kaptanpaşa

Çayeli

Setoz

Ortaköy

Güneysu

Sikrik

Azaklı

Merkez

Sivarne

Hüseyinhoca

Kalkandere

Vane

Ilıca

İkizdere

Varda

Güneyce

İkizdere

Veroz

Küçükcami

Güneysu

Rize ili genelinde günümüzde kullanılan pek çok yer adı, o bölgenin fizikî, sosyal, tarihi ve kültürel özellikleriyle ilgilidir. Rize ili genelinde adını sülale isimlerinden, bitkilerden, tarım ürünlerinden alan çok sayıda köy veya mahalle adına rastlamak mümkündür. Yer adlarında tarımsal ürünlerin çokça yer alması ülkemizin uzun yıllar tarımsal ekonominin etkisinde olması ile yakından ilgilidir. Fındıklı ilçesi de adını yörede çok fazla fındık bahçesi olduğu için fındık bitkisinden almıştır. Rize merkeze bağlı Portakallık Mahallesi, bir zamanlar burada çokça bulunan portakal bahçelerinden almıştır. Kendirli beldesi de bir zamanlar o bölgede yaygın şekilde kendir ekimi yapıldığı için bu adla anılmıştır. Portakal ve kendir gibi ürünler bugün olmasalar da yer adlarında yaşamaya devam etmektedirler.

Yer adları büyük çoğunluğu o yerin coğrafi özelliklerine atıf yapılarak oluşturulur. Rize’nin ilçelerinden Çayeli, ismini kıyısına kurulu olduğu dereden almıştır (Önceleri Çaybaşı olan ilçenin adı daha sonra Çayeli oldu). Eski adı Potomya olan Güneysu ilçesi de eskiden olduğu gibi bugün de adını kıyısında kurulu olduğu dereden almaktadır. Rize’deki akarsuların hemen hepsi ya köy ya da ilçe adında karşımıza çıkar.

Şehir merkezi, yolların birleştiği yerde kurulduğu için “çarşı” adıyla anılır (Farsçadan dilimize geçen çarşı kelimesi “dört yol” anlamına gelir). Başta camiler olmak üzere tarihi değeri yüksek yapıların hemen tümü, bulundukları mahalleye, köye ad olurlar; Rize kalesinin bulunduğu mahalle Kale Mahallesi adıyla anılır, İslampaşa Mahallesi adını İslampaşa Caminden alır, Gülbahar Mahallesine adını veren orada bulunan Gülbahar Merkez Camidir.

Lâkaplar

Türkiye’nin pek çok yöresinde, özellikle de yüz yüze ilişkilerin, cemaat ilişkilerinin sürdürüldüğü bölgelerde neredeyse herkesin adı yanında bir de lâkabı vardır. Lâkapların kullanıldığı yörelerde kişiler isimlerinden ziyade lâkaplarıyla tanınırlar. Lâkap kullanımı en çok sülale isimlerine atıf yaparak kullanılır. Köy yerleşimlerinde aynı ismi taşıyan çok sayıda kişiyle karşılaşmak mümkündür. Bu durumun da etkisiyle işaret edilen kişiyi belirlemek için lâkap kullanımı söz konusu olmaktadır.

 

Lâkaplar aynı adlı iki kişiyi birbirinden ayırmaya yaradığı için iletişim değeri de taşır. Soyadı kanununun kabul edildiği 21.6.1934 tarihine kadar lâkaplar ve unvanlar soyadı yerine kullanılıyordu. Dolayısıyla 1 yüz yıl kadar önce, lâkaplar resmî olarak da kullanılıyorlardı. Adla kimlik ve kişilik arasında ilişki olduğu muhakkaktır. Lâkap da bir tür ad olduğuna göre onun da kişinin kimliğiyle ilişkisi olduğu göz ardı edilmemelidir.

Lâkapların insanın fiziki yapısı ve davranışları gibi iki temele dayanarak oluşturulduklarını düşünmek mümkündür. İnsanın fiziki yapısıyla adlandırılanın boyu, kilosu, yüz rengi, burnu, gözleri, kulakları, hatta elleri ve ayakları, saçı, saçının rengi vb. anlaşılabilir. İnsanların bazı davranışları da lâkaplarda veri olarak kullanılmaktadır. Bazen bir insanın soyu ve etnik kökeni de lâkabında kullanılır.

Kişi veya ailelerin beceri, huy, meslek, fiziki özelliği ve iz bırakan yanlarıyla ilgili olan lâkaplar olumlu veya olumsuz bildirimler taşıyabilir. Olumsuz bildirimli lâkaplar kişiyi rencide edici olabilir; olumsuz bildirimli fiziksel kusurları işaret eden lâkaplar daha çok kişinin arkasından söylenir, yüzüne karşı söylenmeyebilir. Eğer kişinin toplum içindeki nüfuzu zayıfsa her ortamda lâkabıyla çağırılabilir.

 

Lâkapların önemli bir bölümü basit adlardan oluşmaktadır: Kara, Bozo, Koç, Topal vs.

Basit adlardan oluşa lâkaplardan başka türetme ekleriyle oluşturulmuş lâkaplar da çok görülür: İba (İbrahim), Memiş (Muhammet), Yanmış, Dörtgöz, Çatal Kazık, Setozlu, Gürgenli vs. Rize’nin köylerinde bugün dahi insanlar lâkaplarıyla çağrılmaktadır.  

Unvanlar

Unvanlar toplum içinde statü belirten sıfatlardır. “1495 Numaralı Şer'iyye Sicili Defterine Göre Rize'nin Ekonomik ve Sosyal Hayatı” başlıklı tezde 1869-1871 yıllar arasında Rize’de kullanılan unvanlar Tablo 2’de gösterildiği şekildedir.

 

Tablo 2: 1869-1871 yıllar arasında Rize’de kullanılan unvanlar

Unvan

Kullanan kişi sayısı

El-Hac / Hacı

271

Efendi

213

Ağa

147

Molla

75

Reis

57

Bey

17

Halife

5

Seyyid

5

Şeyh

3

 

Görüldüğü üzere, incelenen dönemde Rize’de en çok kullanılan unvan Hacı’dır. Bu unvan, İslâm toplumunda hac farizasını ifa eden kişiler için kullanılmaktadır. Hacı unvanı günümüzde de aynı manada kullanılmaktadır.

Efendi unvanı Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfına mensup olanlarla, diğer bazı devlet ricali için kullanılmıştır. Günümüzde ilmiye sınıfı olmadığı gibi bu unvana da pek rastlanılmamaktadır. 

Ağa unvanı, Osmanlı askerî teşkilâtında en çok kullanılan unvanlardan biridir. Bunun yanı sıra, saray teşkilâtında vazife gören bazı kişilerle, halkın ileri gelenleri, esnaf kethüda ve yiğitbaşıları ile taşra ayan ve eşrafı için de kullanılmıştır. Yakın zamanlara kadar maddi imkânları iyi olan, toplum içinde sözüne değer verilen, itibarlı kişiler de ağa unvanıyla taltif edilirdi.

Reis unvanı tekne sahibi kimseler için kullanılırdı. Günümüzde Rize ili genelinde şahsa özel bir unvan olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı işaret etmek üzere kullanılmaktadır.

Halîfe ve Molla unvanına sahip kişilerin, genellikle dinî görevliler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Bilindiği üzere Seyyid, Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in soyundan gelenler için kullanılan bir unvandır. İncelenen dönemde Rize’de kadı, kaim-i makam, mutasarrıf, muhasebe vekili ve nâibler için de unvan kullanılmıştır. Şeyh unvanı, bir tekkenin veya loncanın reisi anlamına gelmektedir.

Yer Adları

Yer adları, üzerinde yaşanan toprağın vatan haline getirilmesi bakımından önemlidir. Doğu Karadeniz bölgesinde insan yerleşiminin tarihi 3000 yıl öncesine uzanır. MÖ. 6. yüzyıldan itibaren ise bölgeye siyasal anlamda hâkim olmuş devletlerden söz edilmektedir. Bütün bu yüzyıllar boyunca çok çeşitli insan topluluklarının bu bölgeyi yurt edindiğini, farklı dil ve kültüre atıf yapan yer adlarından anlıyoruz. Öter yandan bütün yer adlarını kesin olarak belli bir dile izafe etmek mümkün olmamaktadır. Bu durum Rize adı için de geçerlidir. Rize adının kökeni dair çeşitli iddialar olmakla birlikte en çok atıf yapılan iddia Rize adının, Yunan dilinde pirinç anlamına gelen Rihizios sözcüğünden geldiğidir. Orhan Naci Ak, Rize Tarihi adlı eserinde Rize adıyla ilgili iddiaları şöyle sıralar: Rize kelimesi Farsça’da kırıntı ve döküntü anlamına gelmektedir. Yunanca “rıza” kelimesi bir şeyin eteği veya kökü, bir dağın eteği, bir ailenin kökü veya kaynağı anlamındadır. W.E. Allen, Doğu Karadeniz’de pek çok ismin Rumca değil, Lazca kaynaklı olduğunu söylemekte ve Rhizaion’un Lazca’da “askerlerin ve insanların toplandığı yer” anlamına geldiğini belirtmektedir (Ak, 200: 23-24). Bugün, Lazca bilenler böyle bir kelimenin mevcut olmadığını söylemektedir. Muhtemeldir ki birçok yer adı eski kabileler zamanından kalmadır. Osmanlıların bölgeye hâkim olduğu 1461 tarihinden sonra o zamanlar kullanılmakta olan yer adlarında bir değişiklik yapılmamıştır. 19. yüzyıldan itibaren Balkanlarda ortaya çıkan etnik temelli milliyetçilik akımına karşı bir tür tedbir olarak Osmanlı Devleti birçok eyaletinde yer adlarıyla ilgili düzenlemeler yaptı. Trabzon vilayeti ve ona bağlı kazalarda yer adlarında değişikliğe gidilmiştir.

 

Tablo 3: Rize’deki Bazı Köylerin Eski ve Yeni Yer adları

Eski Adı

Yeni Adı

Bağlı Olduğu Yer

Ağantoz

Selamet Köyü

Güneysu

Ahincoz

Yiğitler

Merkez

Akatoz

Bürücek

Derepazarı

Akrolit

Limanköy

Çayeli

Andon

Küçükçayır

Merkez

Anzer

Çiçekli / Ballıköy

İkizdere

Apancana

Esendere

Kalkandere

Aprik Makraş

Musadağı

Çayeli

Apso / Apsu

Suçatı

Pazar

Aron

Sütlüce

Merkez

Askoroz

Pazarköy

Merkez

Aspet

Fethiye

İyidere

Atyanoz

Kasarcılar

Merkez

Babik

Tophane

Merkez

Babik

Çukurluhoca

Çayeli

Bakoz

Yamaçdere

Pazar

Basalet

Aksu

Kalkandere

Cacivat

Akmescit

Pazar

Canceva

Caferpaşa

Çayeli

Çarihoz

Dağsu

Merkez

Çeçeva

Haremtepe

Çayeli

Cimil

Başköy / Ortaköy

İkizdere

Çiklenar

Sarayköy

İyidere

Çinçiva

Şenyuva

Çamlıhemşin

Elevit

Yaylaköy

Çamlıhemşin

Filandoz

Merkez

Derepazarı

Ğutoz

Pekmezli

Merkez

Hacabit

Subaşı

Pazar

Haçanoz

Çamlıbel

Merkez

Haldoz

Bağdatlı

Merkez

Haldoz

Portakallık

Merkez

Hamalyoz

Balıkçılar

Merkez

Hazavit

Ulucami

Güneysu

Havra

Yanıkdağ

Çayeli

Haytef

Beşikçiler

Çayeli

Humrik

İslampaşa

Merkez

Kabahor

Gölyayla

İkizdere

Kaçaran

Zincirliköprü

Merkez

Kalamoz

Akpınar

Merkez

Kalitoz

Güneli

Merkez

Kaluharaf

Kiremitköyü

Merkez

Kanboz

İslahiye Köyü

Güneysu

Kandeva

Kırklar tepesi

Merkez

Kaşatoz

İslahiye Köyü

Güneysu

Kuriloz

Adacami

Merkez

Leroz

Armutlu

Çayeli

Libarit

Yalıköy

İyidere

Makraş

Şirinköy

Çayeli

Maryeva

Şairler

Çayeli

Mişona

Pazarköy

Merkez

Perkam

Demirhisar

Çayeli

Petran

Meşeköyü

İkizdere

Pulihoz

Dumankaya

Güneysu

Raşot

Karaağaç

Çayeli

Romanoz

Hayrat

Merkez

Roşi

Reşadiye

Merkez

Salarha

Çaykent

Merkez

Senoz

Kaptanpaşa

Çayeli

Setoz

Ortaköy

Güneysu

Sikrik

Azaklı

Merkez

Sivarne

Hüseyinhoca

Kalkandere

Vane

Ilıca

İkizdere

Varda

Güneyce

İkizdere

Veroz

Küçükcami

Güneysu

 

Rize ili genelinde günümüzde kullanılan pek çok yer adı, o bölgenin fizikî, sosyal, tarihi ve kültürel özellikleriyle ilgilidir. Rize ili genelinde adını sülale isimlerinden, bitkilerden, tarım ürünlerinden alan çok sayıda köy veya mahalle adına rastlamak mümkündür. Yer adlarında tarımsal ürünlerin çokça yer alması ülkemizin uzun yıllar tarımsal ekonominin etkisinde olması ile yakından ilgilidir. Fındıklı ilçesi de adını yörede çok fazla fındık bahçesi olduğu için fındık bitkisinden almıştır. Rize merkeze bağlı Portakallık Mahallesi, bir zamanlar burada çokça bulunan portakal bahçelerinden almıştır. Kendirli beldesi de bir zamanlar o bölgede yaygın şekilde kendir ekimi yapıldığı için bu adla anılmıştır. Portakal ve kendir gibi ürünler bugün olmasalar da yer adlarında yaşamaya devam etmektedirler.

Yer adları büyük çoğunluğu o yerin coğrafi özelliklerine atıf yapılarak oluşturulur. Rize’nin ilçelerinden Çayeli, ismini kıyısına kurulu olduğu dereden almıştır (Önceleri Çaybaşı olan ilçenin adı daha sonra Çayeli oldu). Eski adı Potomya olan Güneysu ilçesi de eskiden olduğu gibi bugün de adını kıyısında kurulu olduğu dereden almaktadır. Rize’deki akarsuların hemen hepsi ya köy ya da ilçe adında karşımıza çıkar. 

Şehir merkezi, yolların birleştiği yerde kurulduğu için “çarşı” adıyla anılır (Farsçadan dilimize geçen çarşı kelimesi “dört yol” anlamına gelir). Başta camiler olmak üzere tarihi değeri yüksek yapıların hemen tümü, bulundukları mahalleye, köye ad olurlar; Rize kalesinin bulunduğu mahalle Kale Mahallesi adıyla anılır, İslampaşa Mahallesi adını İslampaşa Caminden alır, Gülbahar Mahallesine adını veren orada bulunan Gülbahar Merkez Camidir. 

Atasözleri ve Deyimler

Atasözleri, geniş halk kitlelerinin yüzyıllar boyunca geçirdikleri denemelerden ve bunlara dayanan düşüncelerden doğmuşlardır. Halkın ortak düşünce, inanç ve tutumunu belirtir, insanlara yol gösterirler. Atasözleri kalıplaşmış sözlerdir. Az sözle çok şey anlatırlar. Deyimler de aynı şekilde, kalıplaşmış sözlerdir. Ancak, deyimlerle anlatılan mutlaka özel bir duruma işaret eder, genel bir yargı bildirmez. Deyimlerin amacı, bir kavramı ya özel kalıp içinde, ya da çekici, hoş bir anlatımla belirtmektir; atasözlerinde olduğu ders vermek, nasihat etmek, ibret vermek değildir.

Rize’nin iklimi, bitki örtüsü ve coğrafi durumu yöreye özgü deyişlerde de karşımıza çıkar: “kestane kumuşidan çıkmış gerisini beğenmemiş,” “dereye iner balık olur, dağa çıkar geyik olur.”

Rize ili genelinde sadece bu yörede söylenen yöreye özgü atasözleri ve deyimler olduğu gibi Türk kültür coğrafyasında başka yerlerde de rastlayabileceğimiz atasözü ve deyimlerle de karşılaşırız. Çalışmamızda yöreye özgü olanlarına yer vermeye dikkat ettik.

Atasözleri

Afkurmasini bilmeyen çopek, koyuna kurt ceturur. (Havlamasını bilmeyen köpek, koyuna kurt getirir)

Ahirdan celsun da az celsun. (Ahırdan gelsin de az gelsin)

Akilsuzun malini akilli yer.

Akilli hesap edene kadar deli dereyi ceçer.

Alemun ekmeği tatli olur.

Anasinun sutinlan adam olmayana siğir ne etsun. (Anasının sütüyle adam olmayana sığır ne yapsın)

Ari cibi eri olanın cennet cibi yeri olur.

Ari ile karinun cezeni bulur. (Arı ile karının gezeni bulur)

Armut dibine düşer.

Ayranum budur, yarisi sudur yersan da budur, yemesan da budur.

 

Baba ekşi eruk yersa torininun dişleri kamaşur.

Bak taraği al bezini, bak anasini al kizini.

Baluk başindan tutulur.

Bayirda bağini, evinde sağimi, bahçende arini eksuk etma.

Ben derum torunum yok, o derçi dayimsun dayim.

Bilmeduğun atun cerisina ceçma. (Bilmediğin atın gerisine geçme)

Bir evde siğir yoksa o eve uşak beyinmez.

Boş çuval ayağa durmaz.

Bucun eleni bucun comerle. (Bugün öleni bugün gömerler)

Buraya yayla derler, getirirler de yerler.

 

Cezen kurt yatan aslandan iyidur.

Çaliş da cağura kalsun. (Çalış da gâvura kalsın)

Çocuk doğmadan isim koyulmaz.

Çok gezen çaruk eve bok ceturur .

Çok konuşan çok yaldanur. (Çok konuşan çok yanılır, aldanır)

Çopek tuyini değişur, huyini değişmez.

Çopeği andun, kutaliyi hazirla. (İti andın çomağı hazırla)

Çorba çi taşar, çepçenun pahasi olmaz. (Çorba ki taşar, kepçenin pahası olmaz)

Çoti komşi adami mal sahibi yapar. (Kötü komşu adamı mal sahibi yapar)

 

Dağda oçuz ceberur zarari eve celur.

Demirciyi odun kazmasinlan comerler.

Deremene ciden boğdo oğutur, citmeyen nobet sorar. (Değirmene giden buğday öğütür, gitmeyen nöbet sorar)

Deremenden unli celdum, tokmaktan tozli celdum.

Dereye islanmişim, yağmur bağa ne eder.

Domuz kuzi etmez.

 

El eliyla ilana tutma, ilana da yazuk olur.

Elun atina binen tez iner.

Elçilerin ya bir kot yalani ya bir kot altuni olacak.

Eşek eşeğun cerdanini yalar.

Etme kulum bulma zulum.

Ettum kizuma nasihat, tutmadi oğa bir saat.

Ey birader oku ilmi, etme şek, yetmiş cahilden iyidur boz eşek.

Ezma, ezilma, orta kal.

Ezrayil vuru pençe, bakmaz ehtiyara cence.

 

Gelin olursun ederler seni huri; sona vermezler sana kuri misir ekmeği.

Gemi aldin, kiçina; toprak aldin, içine; kari aldin başina geç otur.

Gün yere girmez.

 

Herçes ayranum beyazdur der, çimse ekşidur demez.

Huçumet işine karişma, delinun işine karişma.

 

İhtiyarlıkta kiz alma el alur, dere çenarinda ev alma sel alur.

İlan topraği ofura ofura yer. (Yılan toprağı üfleye üfleye yer)

İlan eğrulur, buğrulur deliğune cirince doğrulur.

İnadum inat olsun, comuklerum kurusun.

İsiğran ocağında isiğran biter.

İşten deyil dişten artar.

İyiluk yap at bayişağa/ biişağa. (‘İyilik yap denize at’ manasındadır)

 

Kaçan baluk yiri olur. (yiri = iri)

Karabiber karadur, diremlan satilu. (Karabiber karadır, dirhemle satılır)

Kar da oyle beyazdur çureklan atiliyi.

Karinun eyisi eve cirmez, çotisi yere cirmez.

Karinca çi kanadlanu, cebermeği yakin olur. (Karınca ki kanatlanır, ölmesi yakın olur)

Kaybolan malun sahibi çok olur.

Kaynananun cozi kulaği olmayacak; arkasina sepeti var, laflari sepete atacak.

Kedi, anasinun cani içun siçan tutmaz.

Kedi işer denize, olur oğa ortak.

Kestane kumuşiden çikti, cerisini beğenmedi.

Kimse yüzümde kara var demez.

Komşinun karni ağirdiğu zaman sen da karnuni oguştur.

Korkma kişun kişundan, kork Abrilun beşinden, oçuz ayrilur eşinden.

Kumden halat olmaz.

Kurdun adi çikti, çakallar baş kopariyi.

 

Lafun tutulursa haçimsun, tutulmazsa sen çimsun.

 

Malum, seni vereyim da mi iyi olayim, vermiyeyim da mi çoti olayim.

Mart kapidan bakturur, kazma çürek yakturur.

Maşa variçen eluni ateşe tutma.

Misafir celur, dokuz kismetlan celur, birini yer, seçizuni birakur cider.

 

Ne doğrarsan çanağuna o celur kaşuğuna.

Ne kada olsa şanun içi (iki) taştur nişanun.

Oçuz dağa ceberu, zarari eve celur.

Oçuz eldi ortakluk bozuldi.

O kizum sağa derum o celinum sen işit.

Ormanlarun cozi var, yolun kilavuzi var.

Ortak atun beli kiruk olur.

Ortak mala çopek bile işemez.

 

Rize'ye vali olacağuna, çay alumyerine sepetçi ol.

 

Sebi bokindan belli olur.

Sevduğuni alamayisan, alduğuni sevecesun.

Siçan delikten siğmayi, hopeçileri da takar peşine.

Siçan sidiğindan denize fayda var.

Suyu çaklamaklan yağ çikmaz.

Supurçe supuru ama yeri her zaman kapı arkasidur.

 

Şepidi yuvasina çomak sokma.

 

Yeduk iştuk cozden duştuk.

Yel esmeyince yaprak salinmaz.

Yemem diyen kaplari kurutur, yatmam diyen doşek çurutur.

Yetimun koletisi pişmez, pişsa da yanar.

Yurek şişeye benzer, kirildi mi yapilmaz.

Yuz sene ilerisini duşun, bi da cerisini.

 

Zencin arabasini dağdan aşurur, façir doğru yoli şaşurur.

Deyimler

Abdesli durmak: Ölçülü davranmak, kişinin söz ve hareketine dikkat ettiğini belirtmek için söylenir.

Acı yemek / Acıyı yemek: Başına kötü bir hal gelen kişi için söylenir.

Açu bakmak: Çoğunlukla ruhî hastalıkların sebeplerini anlamak için kitaplarda araştırma, inceleme yapmak.

Ada kesmek: Balık yakalamak için derenin akış yolunu değiştirmek.

Adamluktan çikmak: Şerefini, haysiyetini kaybetmek.

Afkurmak: Havlamak. / Konuşanı aşağılamak için mecazen söylenir; “Afkurma!”

Akil akil cel da şeyume takil: Yapılan işin, söylenen sözün akıldan yoksun olduğunu belirtmek için söylenir.

Akıl, hıyar değil ki kırıp vereyim: Akılsızlığın sebep olduğu durumları anlatırken söylenir.

Al atuni ver timari: "Seninle iş olmaz, beraberliği bitirelim" manasında söylenir.

Al sepetten bir hıyar: Konuşmanın akışına uymayan, uygunsuz bir söz işitildiğinde söylenir.

Aldi beni yürekten: Sonucundan kaygı duyulan bir iş-olay için söylenir.

Aldi yurudi: Çok zengin oldu manasında söylenir.

Alemun ekmeği baldan tatli: Başkasının malını hor kullananlar için söylenir.

Alemun kavurmasi senun lahanan: "Senin mütevazı yemeğin el âlemin gösterişli yemeğinden iyidir" manasında bir deyiştir.

Altun çeseli: Devamlı parası olan kişiler için mecazen söylenir.

Aluceşmek / aluceçmek: Bir sözü, bir dil sürçmesini yaymak; yapan kişiyle dalga geçmek için kullanmak; “Ağizindan ole bi laf kaçurdi çi, uşaklar aluceştiler oni.”

Aludonmek: Hata yapan kişiyi sözle hırpalamak. / Birini dövmek.

Anami satti da durdi: Bıkkınlık ünlemidir. / “Ne günlere kaldık” manasında söylenir.

Ander kalmak: Kötürüm olmak.

Aranuza çopek boki: Kavga eden çocukları birbirinde ayırmak için söylenir.

At beni ceğnemune: “Elinden geleni ardına koyma” manasında söylenir.

Ati muştaktan beri: Eskiden beri.

Atlatmak: Tahammül edilmesi güç bir durumda sabır gösteremeyip öfkeyle söylenmek: “falanca yalan konuşurdi, hebiri da dayanamadı atlatti, buğa ne olsa dedi.”

Aykirilamak / Aykırlanmak: Birinin karşısına dikilmek. / Zıt gitmek: “Kapidan ceçecoğum aykirlandi oğurume.”

 

Bacak cermek: Bir işin olmaması için inat etmek.

Başini bağlamak: Evlendirmek.

Bekle eşeğum bekle, manca pişer de yersun: Açıkça belli olan bir durumu ya da sözü anlamayan kişiye söylenir.

Beyuzar etmek: Bıktırmak.

Bıyığını balta kesmez: Korkusuz insanlar için söylenir; “Buyuğuni balta çesmez.”

Bi koyin bi oyin: Müsrifçe davranışı anlatmak için kullanılır.

Bokina sinek kondurmamak: Kendini hep haklı çıkaranlar için söylenir.

Borci çesmek: Vefat etmek, ölmek.

Bu duduk otmez: Yapıp edilenden razı olmayan kişiler söyler, işler böyle gitmez manasında söylenir.

Burni şişuk: Alınmış, darılmış kişi için söylenir.

Burni boka, kanatlari coğe: Bayağı insanların kendilerini övmesi durumunda söylenir.

 

Came çenefi: Ortak alanın hor kullanılması durumunda söylenir.

Cok delindi: Ani ve aşırı yağmur için söylenir.

Cotumun çenari: Küçümseme, hakaret sözüdür.

Curut citmek: Aşırı ishal olmak.

 

Çafilamak: Tırnakla kazımak. / Bahane aramak.

 

Çağra çevirmek: Hileli işler yapmak.

Çaliya atlamak: Bahane uydurmak.

Çapalamak: Gayret göstermek.

Çarık yüzlü: Utanmaz kimselere söylenir.

Çernaduş olmak: (Ceğnaduş olmak) Ayak altında kalıp çiğnenmek.

 

Çesileyim sağa: Sevilen kişiye söylenir.

Çeşin etmek: Turfanda bir meyve veya sebzeyi ilk defa yemek.

Çima vurmak: Halatı ayaklar arasına sıkıştırarak yüksek ağaçlara tırmanmak.

Çirmulis etmek: Kıvranmak. 

Çori Kesmek: Derenin suyunu başka yere akıtarak, balık avlama. 

Çuhma kantari olmak: Çok adaletsiz iş yapmak.

 

Dağda yanmak: Kar fırtınasında ölmek.

Dağlarun alu vermesi: Sesin, gürültünün iyi yankı yapması.

Darlanmak: Sıkılmak. Doğu Karadeniz ağızlarında “ı” sesi pek duyulmaz, bu nedenle de “sıkıldım” denemeyen yörede bu ifadenin yerine “darlanmak” sözcüğü kullanılır.

Deduk etmek: Söyleneni yapmak.

Demonu yerinde olmak: İşleri yolunda olmak.

Denguni al: İkaz sözüdür.

Dere geldi: Akarsu taşkınlarını anlatmak için söylenir.

Dere kırk yılda bir yatağını arar: Her işin nihayetinde tabiatına uygun akıbete varacağını belirtir.

Dereyi bolandurmak: Huzuru, düzeni bozmak.

Dil içeri koymamak: Hiç susmayan, geveze insanlar için söylenir.

Dili lal olmak: Söylemekten yorulmak.

Dişari atmak: Erkeğin tek taraflı beyanla karısını boşaması; “Ahmet karisini çikardi, atti dişari”

Dudaklarından kan patlamak: Çok sıkıntı çekmek, yorulmak.

Dumanlanmak: Sigara, tütün içmek.

Düğüne elekle su taşımak: Yapılan yardıma karşılık teşekkür mahiyetinde söylenir; “Duğunune eleklan su taşıyacağum”

 

Eğreltiye halat atmak: Olmayacak işlere girişmek.

Ese vas pa!: Aniden ortaya çıkan durumlarda "Şimdi ne olacak?" anlamında hayret ve şaşkınlık ifade eden bir tabirdir.

Etma bulma dunyasi: Herkes ektiğini biçer manasında söylenir.

Ey cidi binam: Söze başlama ifadesidir, daha çok yaşlı kadınlar söyler.

 

Felemeştura: Beceriksiz, sakar kimselere söylenir.

Fesi kızarmak: Utanan kişiler için söylenir.

 

Gadasını almak (gadani alayim): Gada, dert bela manasındadır. Sana gelecek dert bana gelsin anlamında söylenir.

Geberecek buzak eğrelti otu yer: Yöredeki sığırlar eğrelti otunu sevmezler. Bu nedenle bir kimse alışılmadık, hiç olmadık bir halde görülürse bu deyim söylenir.

Geriye taş atmak: Geçmişi unutmak.

Göbeği beraber kesilmek: Yediği içtiği ayrı gitmemek.

Gök kapısı delindi: Çok fazla yağmur yağdı.

Götünü beğenmek: Sonradan görmeler için söylenir; “Cebine içi para cirdi cotini beğendi”

Gözü kaymak: Üstesinden gelinemeyen iş, aklın ermediği mesele karşısında söylenir; “Bu işten cozum kaydi” / “Ondan cozum kaydi.”

Güğümleri kırmak: genç kızın evlenmek istediğini belli etmesi.

 

Hacılık etmek: Hacdan dönmüş olan kişinin evinde verdiği davet bu şekilde tanımlanır.

Haçan bir kiz kaçacak yan basar ayağini: İşin nereye varacağını başından görmek gerektiğini anlatır.

Helassa yassa: Topluca yapılan zor bir işteki komut.

Hızana gelmek: İneğin çiftleşmek zamanının geldiğini anlatır.

Hohol olmak: Birbirine dolanıp düğün olan iplikler için “hohol oldi” denir. / İçinden çıkılmaz, karmakarışık durumları anlatmak için mecazen söylenir.

Hovini almak: Arzusunu tatmin etmek.

Hutupis etmek: Saçını başını yolmak.

 

İki rahmetten biri: Ya ölsün ya iyileşsin.

İki şoza bir cüneli ustine bir hapsikoli: Üst üste gelen güzel şeyler için söylenir. (Şoz: güneş görmeyen yer; Cuneli / güneli: güneş gören yer; hapsikoli: Hamsili ve sebzeli mısır ekmeği)

İkildum da kapandum: Başına kötü hal gelen kişiler söyler.

İşmar etmek: Göz kırpmak, kaş-göz ile işaret etmek.

İpin uçlarını suya vermek: Savurganlık etmek.

İvini bulmak: Zorluğun çözümünü bulmak.

 

Kadani almak: “Kada,” kaza (bela) sözcüğünün dönüşmüş biçimidir. Büyük bir felaketi küçük bir zararla atlatan kişi, mevcut zararı ifade etmek için “bu da bir şey mi” manasında “kadani alsun” der. Ünlem olarak da kullanılır; hoşlanılmayan birinin isminden söz edildiğinde o kişi için “…kadani alsun” denir.

Kaftan kafa hükmetmek: Nüfuzunun çok geniş/güçlü olması.

Kakanis etmek: Tavuğun yumurtlamadan evvel çıkardığı sesler.

Kapu kovermek: Birine hakaret veya küfür etmek.

Kaşuği kırılmak: Geçim sıkıntısı çekmek.

Kavga kaşavisi: Kavga çıkaran kişiler için söylenir.

Kemane çalmak: Önemsememek.

Kendini yedurmek: Yapılan kötülüğe karşılık verememek.

Keyif bağışlamak: Kendi menfaati için yaptığı işi, karşısındakine iyilik yapıyormuş gibi anlatan küstahlara söylenir; “Keyif mi bağışlıyorsun!”

Kız çekmek: Kız kaçırmak.

Kikilis etmek: Kıkır kıkır gülmek.

Kirk boyaya girmek: Güvenilmez kişiler için söylenir.

Kiz yuki tuz yuki: Kız evladın sorumluluklarının fazla olduğunu anlatmak için söylenir.

Komsilamak: Şikâyetçi olmak.

Korbakor olmak: Kötü insanların hak ettikleri belayı bulması; “Ömrü boyunca kötülük etti sonunda da korbakor oldi gitti.”

Kot kafa / Got kafa: Alay etmek, yermek için söylenir.

Kuli baş olmak: Takla atmak.

Kuru derede balık tutmak: Boş işlerle meşgul olanlar için söylenir.

Kuri teli kalmamak: Sırılsıklam ıslanmak.

Kül tutmak: Evlenmek.

Küle kalmak: Evlenmemek.

 

Laklaris etmek: Suyun kaynaması.

Limas etmek: Karların erimeye başlaması, havaların ısınması.

 

Memecuş etmek: Soğuktan parmak uçlarının sızlaması.

Marikas etmek / Marakos etmek: Geviş getirme, işi ağırdan alanlar için söylenir.

Mimden almak: Ufak şeyleri bahane edip söylenmek.

Murmuris etmek: Homurdanmak.

Murt gitmek: “İmansız öldü” manasında söylenir.

 

Nabedil olasun: Yok olasun.

Nanuris etmek: Ninni söylemek.

Nesif Yusuf toğbesi: Geri dönüşü olmayan kesin yemin.

 

Odi kopmak: Ödü kopmak, çok korkmak.

Oğul vermek: Bir gurup arının yeni doğan dişi arıyla birlikte kovandan ayrılıp yeni koloni oluşturması.

 

Öküz tereğe çıktı: Yoran, zorluk çıkaran, işi yokuşa süren arsız kişilere karşı söylenir.

 

Paçariş etmek: Engel olmak.

Palas panduras: Yaka paça.

Pecuş etmek: Sinekten rahatsız olan sığırların delicesine hoplayıp zıplamaları, kuyruklarını havaya dikip koşmaları.

Perenktuş etmek: Hapşırmak.

Peştamalı omza vurup kız aramak: Oğlan anasının gelinlik kız aramaya çıkması.

Portopuş etmek: Canlı bir şeyi iyice hırpalamak, onu yara bere içerisinde bırakmak.

Post domuzu: Aşırı şişman kişiler için söylenir.

 

Saba sidiği: Ahlaken aşağı, rezil kimseler için söylenir.

Sermeser olmak: Aniden yere düşüp boylu boyunca uzanmak.

Socuşlamak: Ağacı yontmak. Sırığın ucunu sivriltmek.

 

Şardetmek: Yemin etmek.

Şeytan suparasi: Uyanık ve yaramaz çocuklar için söylenir.

Şişmek: Alınmak, gücenmek.

 

Taca etmek: Odunu üst üste yığmak. Mecazi manada, herhangi bir şeyi üst üste yığıp biriktirmek.

Taşları dişlemek: İnadına direnmek, verdiği sözden dönmemek.

Taşşağuna asilayim: Güç bir işin üstesinden gelen kimselere “aferin” manasında söylenir.

Tepes kupas olmak: Baş aşağı yuvarlanmak.

Todik sallamak: Can çekişmek.

Tora koymak: Tuzağa düşürmek.

Tövbeye gelmek: Pişman olmak.

Tüme vurmak: Kovanın balla dolması.

Tüylenmek: Zenginleşmek.

 

Uçan kuştan tüy almak: Gözüpek, cesur insanlar için söylenir.

Uyma gitmek: Kızın kendi rızasıyla oğlana kaçması.

 

Velalenmek: Bunamak, akli dengesini kaybetmek.

Vura vur gitmek: Çok çalışmak.

 

Yan basmak: Kural dışına çıkmak, nizam dışı hareketlerde bulunmak.

Yatağun başina yer, ortasına yatar, dibine siçar: Çok tembel kadınlar için söylenir.

Yavelemek: Sayıklamak.

Yola dökülmek: Önemli bir olay nedeniyle herkesin hareketlenmesi.

Yoldan çıkmak: Haddini aşmak, aşırılık yapmak, ahlaksız işlere bulaşmak.

 

Zuçam olmak: Nezleye yakalanmak.

Tekerleme

Tekerlemelere çocuk oyunlarında ve masallarda daha sık rastlanır. Genellikle kafiyeli olurlar. Bu sayede daha kolay akılda kalırlar. Kafiyeli sözcüklerle kurulan tekerlemelerde sözcükler arasında, anlam birliğinden ziyade ses birliği, ses yakınlığı vardır; “az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik…” Buradaki örnekte “z” ve “e” sesleri sık tekrarlanarak tekerlemede kafiye üretilmiş, kullanılan kelimeler buna göre seçilmiştir. Kafiyeli tekerlemelerin büyük bölümünde, söylenen sözler anlamlı bir bütün oluşturmazlar. Masallardaki giriş cümleleri genellikle böyledir. Bunun bir nedeni, dinleyenleri uyarmak, dikkatlerini masal anlatana çevirmelerini sağlamaktır. Masalın akışı içinde ve sonunda da yine tekerlemelere yer verilir.

Tekerlemeler, çocukların düşünce dünyasını renklendirmekte, dile olan ilgilerini ve telaffuz kabiliyetlerini artırmaktadır. Bununla birlikte tekerlemelerin söyleniş özellikleri çocukların ritim ve ses ahengi kurmalarını sağlamakta ve bu da erken yaşlarda müziğe yönelik becerilerini geliştirmektedir.

Çocuk oyunlarının birçoğunda ebe seçimi tekerleme söylenerek yapılır. Oyunun içinde de çeşitli hareketlere tekerlemelerle eşlik edilebilir. Tekerlemeler bunlardan başka eğlencelerde, yağmur duası, diş çıkarma gibi tören ve ritüellerde, halk hekimliği, hayvancılık ve toprak işlerindeki çeşitli uygulamalarda da söylenmektedir.

Halk hekimlerinin büyü benzeri tedavi yöntemlerinde birçok hastalığın tedavisi sırasında tekerlemeler söylenir: Rahna çakumi (örümcek ısırığı) adlı hastalığın tedavisinde, “Rahna çakuma ne azarsun ne uzarsun uşaklaruni kizlaruni tekef edersun,” (Sinoğlu, 2017: 179) tekerlemesi söylenir. Çeşitli doğa olaylarına tekerleme ile eşlik edilir: Dolunay göründüğünde de tekerleme söyleyenler vardır:

Ay gördüm Allah,

Eşhedu billah

Ay ne güzel aydır

Elhamdülillah

 

Ay gördüm

Nur gördüm

Peygamberin mührünü gördüm

Tekerleme formunun Rize yöresinde haberleşme aracı olarak kullanıldığı da tespit edilmiştir; okuma-yazma bilmeyen kişilerin bir başka kişiye haber gönderebilmesi için, söylenen sözün unutulmaması, akılda tutulabilmesi gerekir. Bunun için mektup içerikleri tekerleme biçimine dönüştürülmüştür. Aşağıdaki tekerlemede, eşyalarıyla birlikte Tarı adlı vapurla seyahat etmekte olan Fadime’yi alması için birine haber gönderilmiştir:

Tarı suyadur

Fadimem ondadur

Kabaklar baş altındadur

Eşyası ambardadur

Belet kaptandadur

Fadimeyi alasun

(Kazmaz, 1997: 138-160)

 

Tekerleme örnekleri

Mesel mesel mali mesel

Dil oynar damak çeser

Buni bilene soralum

Oyunumuzi kuralum

 

Ha şundadur

Ha bundadur

Kukuliça kapağunun altundadur

 

Çimi çimi çirona

Atladi kaçırana

Kaçiranun kizlari

Koyun kakaçilari

 

Ebelem bebelem

Atma yutma kuş idi

Kanadi cumuş idi

Siçan cel sen bu delikten çik

 

Birdu birdu alti

Deniz usti karanti

İnanmasan say da bak

On altidur on alti

 

Ari dari sari kari baci arabaci

Kapi kapi çali çaki

Babam bağa çaki aldi

Halam hastamidu

Sepete beş elma var

Havan yavan kovala

 

Sabalan çiktum yola aldum elume harta

Selamladum burayi celdum top ata ata

Ben düğüne celmedum ben celdum eğrata

Bi taraf altun cumuş bi tarafi mazbata

Ondan Allah saklasun hem nazlata nazlata

Eviçini baksana dondi muzevvirata

Eviçini parkalum ya donelum hayata

Bi dane verun bağa cideyim sicakluklan

Haçan evden yurudun çurklan yurusan çurklan

Adam arkadaşini çağiriyi duduklan

Bilmeceler

Yörede söylenen bilmecelerin sorusu genellikle halkın gündelik hayatında kullandığı, gördüğü nesneler ve bölgede görülmesi mümkün olan doğal varlıklardır. Bunlarla ilgili sorular, tabiatıyla yörenin yaşantısından ve sosyal yapısından izler taşımaktadır: Ekmeğin pilekilerde pişirildiği dönemlerde, pilekiler ateşin içine gömülürdü ve üzerlerine de ateşin içinden alınan köz parçaları serilirdi. Bu nedenle pilekide pişirilen mısır ekmeği, “altı kül, üstü kül, içinde bir sarı gül” şeklinde sorulmuştur. Bilmelerin hemen tümünde halk hayatından izler görülmektedir.

Bilmece Örnekleri

Ağız içinde dil, hadi bunu bil. (Gaz lambası)

Sesi yok, sedası yok, nazı var edası yok, yemek yer de su içmez, ağzı var hem dili yok. (Balık)

Akşam ortiye kodum bi kot ceviz sabalan bulamadum. (Yıldız)

Akşamdan yukarı sabahtan aşağı. (Ateşlik zinciri)

Alaca bulaca, çikar ağaca. (Fasulye)

Allah yapar yapisini piçak açar kapisini. (Karpuz)

Alti kül, üstü kül, içine bir sari gül. (Pilekide misir ekmeği)

Altı cehennem usti cehennem içinde garip nenem? (Plekide mısır ekmeği)

Alttan yer, ustten çikarur. (Rende)

Ateştur yanmaz, suya cirer islanmaz. (Güneş)

Avuca siğar, ambara siğmaz. (Sırık, harçi)

 

Bağlarım gider, çözerim durur. (Çarık)

Ben ciderum o cider, benden beyuk iz eder. (Hedik veya gölge)

Ben ciderum o cider para kadar iz eder. (Değnek)

Bi beyaz sarayda oturur sarı gelin. (Elma kurdu)

Bi bayirda iki kenef. (Burun)

Bi büyük yorgan, ne dereyi örter ne denizi. (Kar)

Bi duvara iki tekne. (Kulak)

Bi kara kocakari, etekleri yukari. (Ateşlik Zinciri )

Bi kara kuzgun, sapi kendinden uzun. (Tava)

Bi kuçucuk fiş taşi, dolanur daği taşi. (Göz)

Bi kuçucuk kurucuk, içi doli turşucuk. (Limon)

Bi kuçucuk kutopo, içi doli korkoti. (Biber)

Bi vururum bin döker. (Elek)

Burdan vurdum kilici, karşidan çikti uci. (Mermi)

 

Canı var kanı yok. (Arı)

 

Çarşidan alinmaz, boğçaya koyulmaz, ondan da tatli şey olmaz. (Uyku)

Çozun beni ipumden, vereyum size yukumden. (Yayık )

 

Dağdan celur hop hop, ayağına zilli top. (Tarak)

Dalda kilitli sanduk. (Ceviz)

Dort çoşedur beş deil, bembeyazidur taş deil. (Sabun)

Düzdür ova değil, yeşildir çimen değil. (Deniz)

 

Elde konuşur, yere konunca susar. (Kalem)

Elemez elemez, ateşun yanina celemez: celsa da ceri dönemez? (Tereyağı)

Etten kantar, altun tartar. (Kulak)

Evun ustunda kirk atli, Kirki da kara kapakli. (Çivi)

Ey hanesi hanesi, kizlarun meyhanesi, topuğundan su çikar, ağzindan da tanesi. (Değirmen )

 

Git gelinim, gel gelinim, ayakusti dur gelinim. (Kapı)

 

İki direk bi nayla. (Tavuk)

İnişi var çıkışı yok, çarşına inse satışı yok. (Cenaze)

 

Karaoğlanı kulağından asarlar. (Tava)

Kendi demirden, kuyruğu kendirden. (Çuvaldız)

Kendisi pire kadar, boyu minare kadar? (Kendir)

Kitledum sanduğu, puşkulleri dişari. (Göz)

Kum yardım kum çıktı, kumdan minare çıktı. (Mısır)

Kuyi, kuyinun içine suyi, suyinin içine ilan, iİlanun ağzina mercan. (Şişeli Lamba)

 

Nenemun etekleri, süpürür hendekleri. (Rüzgâr)

Ninemin eski fesi, yandan alır nefesi. (Yayık)

 

Ormana gidince havlar eve gelince yatar. (Balta)

Sabah one, akşam ceri. (Kapı)

 

Saridur sarkar, duşeceğum diye korkar. (Ayva)

Supurdum odayi, otukadum babayi. (Soba)

 

Şeçere benzer tadi yok, cokte uçar kanadi yok. (Kar)

 

Uçar uçar beyaz saçar? (Değirmen)

Usti çimen biçilur, alti pinar içilur. (Koyun)

Uzun uzun ip cider, dibine da çup biter. (Kabak )

Uzun uzun ipler cibi, sik çendirlukler cibi. (Yağmur)

Uzun uzun uzatirlar, Gelin gibi donatirlar, uzun yola yollatirlar. (Cenaze)

 

Vili vili, dibi tuyli. (Muşmula)

 

Yazi yazar imam değil, ağaca cikar insan deyil. (Kohlidi, Salyangoz)

Yedi delikli tokmak, bunu bilmeyen ahmak. (Baş)

Yer altinda, dedemun sakali. (Pirasa)

Yerden piter pi sofi, kor beline piştofi. (Mısır)

Ninniler

Türk dünyasında söylenen ninnilerin ortak özellikleri; ezgiyle söylenmeleri, çocuğun cinsiyetine göre söylenmeleri, sözlerinde çocuğun kaderine yönelik temenniler içermeleri, çocuğa nasihat ve öğüt vermeleri şeklinde sıralanabilir. Rize yöresinde söylenen ninnilerde bu saydığımız unsurların hepsini görmek mümkündür.

Ninniler ezgiyle söylenir. Bu ezgilerin çoğu anonimdir. Ninni söyleyen kadın, sözleri sevdiği bir şarkının veya türkünün ezgisine de uydurabilmektedir.

Ninnilerin büyük çoğunluğu 7 hecelidir. 7 heceli ninnilerin kafiye düzeni, mânilerde olduğu gibi “a, a, b, a” şeklindedir. Bunların yanı sıra aşağıda örneğini göreceğimiz gibi ninnilerde kalıplaşmış dua sözlerine de yer verilir. Ninnilere destan ve türkü gibi başka anlatılar da eşlik edebilir.

Ninni Örnekleri

Allah Allah lailahe illallah,

Uyusun da beyinsun

Uykularini doysun

Allah Allah nenni oğul nenni

Allah beyitsun seni oğul seni

Uyusun yavrim uyusun

Uyusun bebeğum uyusun

Uyusun da uyusun, uykularini doysun

 

Kuçuk yavrim uyusun

Uyusun da beyinsun

Yavrim benlan yurusun

Buyunce bize baksun

Dualar

Rize ilinin inanç yapısını incelediğimizde insanların dinî hassasiyetinin yüksek olduğunu görürüz. Yeni yetişen nesil müstesna olmak üzere diyebiliriz ki selamlaşmalar için sözcük seçilmez; İslamî geleneğe göre selam verilir ve bu selama da aynı şekilde mukabele edilir; “Selamunaleyküm” sözünü işiten bu selamı “Aleykümselam” veya “Ve aleyna aleyküm selam” diye karşılık verir.

Burada verdiğimiz örneklerde yaşlı ve genç ayrımı yapmak durumundayız, çünkü din konusunda ve geleneksel kültür değerlerine yönelik hassasiyeti genç nesilde görmek mümkün değildir. Türkiye’nin her yanında olduğu gibi bu yörede de kuşaklar arasında çok keskin kültürel ayrımlar, farklılaşmalar görülmektedir.

Yaşı ilerlemiş olan kadın ve erkek yaşlı insanların hemen her hareketine besmele ile başladığını görürüz. Bunun yanı sıra sosyal ortamlarda çok çeşitli kalıplaşmış dua sözü işitilir. Özellikle yaşlı bir insana küçük de olsa bir iyiliğiniz dokunacak olursa peş peşe güzel temennilerle dolu sözler işitirsiniz bu yörede. Yaşlı bir kimseye bardak su verdiğinizde; “Sular gibi omrun uzun olsun, çok heyir coresun, su verenlerun çok olsun” örneklerinde olduğu gibi çok çeşitli dualarla karşılık alırsınız.

Dua ve temenni sözleri çoğunlukla bolluk ve berekete yöneliktir. Yaşlıların gençlere duaları arasında güç ve zenginlik temennileri dikkat çeker. Yaşlıların kendilerine yönelik duaları ise daha çok Allah’ın rızasına yöneliktir.

Dua Örnekleri

Allah dinden imandan ayirmasun.

Anan kesilsun sağa.

Dunyayi tutasun.

Hep altun kotarasun.

Hz. Ali’nin kuvvetine eresun.

Karince sürüsi gibi artasun.

Soğuk rozcar vurmasun sağa.

Sular gibi artasun.

Sular gibi omrun uzun olsun.

 

Yatmadan önce okunan dua: Yattum Ellah kaldur beni, nurlarune daldur beni. Can bedenden ayrilurken imanumlan gönder beni.

Yemek duası: Artsun eksilmesun, taşsun tokulmesun, Helil İbrahim bereketini Allah ummeti Muhammet’e de versun bize da versun.

Beddualar

Allah uyuz versun tirnak vermesun.

Ander kalasun.

Başun kesile.

Çalilara çupilara sarilasun.

Deremen taşı arkandan inmesun.

Ellerun koynuna kalsun.

Gün görmiyesun.

Heyir görmiyesun.

Kaybana kalasun.

Kapilarun kitlensun.

Korbakor çikasun.

Murt gidesun.

Yedi yorgan yipratasun.

Türküler

Rize ve çevresinde destan, türkü ve özellikle atma türkü söyleyenler “şair” diye anılır. Atma türkülerden başka Rize halk şiirinde, dörtlükler şeklinde söylenen türkülerle maniler geniş yer tutar. Biçim bakımından birbirlerinden farklı olsalar da yörede manilere de türkü denir. Dörtlü türküler 7 heceli, 4 mısralı, birbirine bağlı olmayan, her biri ayrı bir düşünceyi kapsayan kümelerdir. 1 ve 3. mısralar serbest 2 ve 4. mısralar birbirleriyle kafiyelidir. Manilerden farkı da budur:

Aldı bir ince yağmur

Paklar evun kirini

İki katar eltiler

Buldiler birbirini

 

Türkü sözü biri şiir öteki de atma türkü olmak üzere iki anlamda kullanılır. Türküler şekil itibariyle yedişer heceli beyitlerden oluşur. Birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birbirleriyle kafiyelidir. Türkülerimiz belli bir makamla söylenirler. Bunlara türkü havaları denir. Çok çeşitli olan türkü havalarının büyük bir kısmı anonimdir.

Türkü örneği

Aşti yeşil çimenler

Eyle Eminem eyle

Ben alacağum seni

Annene öyle söyle.

 

Ha buradan aşşağa

Nenni gidelum nenni

Seni domuzun kizi

Yakdun kül ettun beni.

 

Gemi indi limana

Adi nedur adi ne

Allahum alsun seni

Yakdun beni Fadime.

 

Kapindaki bahçeye

Soğan ekelum soğan

O ne güzel kiz oldun

Alacak seni doğan.

 

Ha buradan yukari

Dağa çikalum dağa

O ne kada güzelluk

Kurban olâyim sağa

 

Hava yağâyi hava

Başuma dâne dâne

Dünya doli yar olsa

Bi dânesun bi dâne.

 

Yarum gitti oduna

Bava yağdi islandi

Sorarum ağajlara

Hanginuze yaslandi.

 

Akan suyun alti sel

İşimuz oldi mesel

İşallah ikimuze

Bi serin rüzgâr eser.

 

Kestânedu kestane

Evun bağlamalari

Yakdi beni yandurdi

Yarun ağlamaları.

Atma Türkü

Atma türkü, Anadolu’nun diğer yörelerinden farklı olarak sadece bu yörede görülen, Doğu Karadeniz’e has bir türkü çeşididir. Osman Efendioğlu’yla yaptığımız mülakatta atma türkünün özeliğinin esas olarak “laf atma, söz söyleme” olduğunu söyler. Atma türküdeki ustalık “hazır cevap” olmak, söylediği sözle karşı tarafı susturmaktır. Özet olarak atma türkünün tanımı şu şekildedir: Belirli bir temayı işleyen, kafiyeyle söylenen, içerisinde hiciv, nükte, şaka gibi unsurların olduğu bir türkü türüdür. Bu şekliyle sadece Rize’de icra edilmektedir. Başka yörelerde benzerleri vardır ancak onlar atma türkü değil kesme türküdür. Kesme türkü, sadece atışma olarak gerçekleşir, türkü formunda devamlılığı yoktur. Atma türkü bu bakımdan benzeri diğer formlardan ayrılır (KK. Osman Edendioğlu).

Baba-oğul, kaynanan-gelin, kadın-erkek arasındaki sözlü atışmalarda atma türkü şeklinde gerçekleşir. Ali Çelik’in makalesinde Osman Efendioğlu atma türkünün icra ortamlarını şu şekilde anlatmıştır: “Köylerde işler yaygın bir şekilde imece usulüyle yapılır. Odun taşıma, gübre taşıma, harman etme, mısırları ayıklama, üzüm toplama gibi işler komşular bir araya gelir yapılır. Kızların, gelinlerin veya erkeklerin yapacağı işler var. Meselâ üzüm toplama işi erkeklerindir de odun taşıma işi kadınların, efendim, odunları kesmek, doğramak işi erkeklerin. Şimdi bir araya geldikleri zaman türkü söylenir. Bazen kesme veya atma türkü, bazen de yörenin bilinen türküleri söylenir. Bu, bu yörenin eğlencesidir. O olmadan o iş olmaz. Yani benim çocukluğumdan hatırladığım şimdi her genç kız olsun, erkek olsun, türkü söylemeğe heves eder. Çünkü onu gördü onunla itibar kazanacak. Onunla kendini gösterecek. Bu şekilde gelenek halin de, görerek çevresinden öğreniyor. Yeteneği varsa geliştiriyor. Düğünlerde kalkıyor bir başkasıyla atışıyor…” (Çelik, 1990)

Rize ve çevresinde, şairin herhangi bir konuda irticalen söylediği türkülere de atma türkü denir. Tek bir şairin söylediği atma türkü, biçimine bağlı olarak “türkü” ya da destan diye de adlandırılır.

Genellikle karşılıklı iki kişinin söylediği atma türküler iki ayrı şair grubu halinde de söylenir. Atma türküler düğünlerde, özel günlerde, şenliklerde ve toplantılarda irticalen söylendiği gibi, mektup şeklinde tek taraflı veya karşılıklı da söylenir. Rizeli atma türkü şairlerinin birbiri aralarındaki mektuplaşmaları atma türkü ile olurdu.

Rize Gündoğdu, Akpınar (Kalamoz) köyün Süleyman Efendi, asker arkadaşı olan Rize Taşköprü köyünden Mustafa Hacıömeroğlu’na bir mektup gönderir; parası ve tütünü olmadığını söyler. Mustafa’dan tütün ister. Mustafa Hacıömeroğlu’da tütünü hazırlar ve mektupla şöyle bir cevap yazar:

 

Kalamozda bir dostum, Süleyman Efendi var,

Onunla aramızda tütünde teklif mi var.

Mektup gönderdi bana biraz kabahati var

Hangisinden istedi tatlısı var serti var?

 

Süleyman Efendi ise tütünü ve mektubu alınca cevaben şöyle yazar:

 

Allah'ım razı olsun gönderdin bana tütün,

Yaktım iki sigara dertlerim gitti bütün,

O gün görsen keyfimi yattım altına dutun,

Sanki verilmiş bana tahtı Sultan Hamit’un

Allah karşılığında versin bi kilo altın

 

Bir kadın çok güzel atma türkü atarmış. Kimse kadınla yarışta kazanamazmış. Kadın dermiş ki, “beni yenenle evleneceğim.” Bir gün yüksek dağların arkasından bir adam gelmiş. Demiş ki, “ben bu kadını yeneceğim.” Fakat kadına âşık değilmiş. Sadece onu yenmek için gelmiş. Kadınla adam başlamışlar atışmaya. Bu atışma üç gün üç gece sürmüş. Atışma devam ederken adam kadına âşık olmuş. Atışmanın sonunda adam iki dize atmış: “gel çikalum dağlara dağlar olsun evunıuz”. Kadın da kabul etmiş iki dizeyle: “her komardan bir yaprak olsun keremitumuz” (Akbaş vd. 2016: 256).

 

Rize ilinde atma türkü çok eski ve yaygın bir gelenektir. Şairlerin ünü, belli bazı yerleşim yerlerine “şair” sözcüğüne atıf yapılarak ad konulması sonucunu doğurmuştur. Rize ili Çayeli ilçesinden denize dökülen iki dereden birinin adı, “Şâirler” deresi, diğerinin adı da, “Âşıklar” deresidir. Ayrıca, Çayeli’nde bu iki dere üzerindeki yerleşimler “Şâirler mahallesi” ve “Âşıklar mahallesi” adlarıyla anılırlar.

Atma türkü şairler için bir tür imtihan alanıdır. Atma Türkü, duruma ve konuma göre söylenmesi gereken şeyi o anda uydurup o anda kurup söylemektir. Tabiatıyla da manayı hece ve kafiyeye uydurmak için zamana ve yeteneğe ihtiyaç vardır. Hangi şair karşısındakini susturur ise (tutturursa) o şair usta sayılır.

Atma türkü beyitler halinde icra edilir. Şairin birisi bir beyit söyler, karşısındaki de yine beyitle cevap verir. Atma türküler her zaman bir kaideye bağlı olarak söylenmez. Aynı zamanda kaidesiz olarak söz yoluyla da atışma olabilmektedir. Şairlerin atıştığı bu tarz türkülerde kafiyeden ziyade söz unsuru ön plandadır. Bu tarz atışmalarda tarafların doğaçlama ve peşin cevap verme özellikleri öne çıkar.

Atma türküde esas olan mısra, iki yedili duraktan ibaret olup, kafiye ikinci yedili durağın sonundadır. Birinci durağın sonunda kafiye aranmaz. Birinci yedili durakta kelimenin tamamının bitmiş olması gerekmektedir. Atma türkülerde birinci durağın bitişiyle ikinci durağın başlangıcı ve kafiyeye inişi çok uyumlu olmak mecburiyetindedir. Atma türkülerde konuların önemi kadar şairlerin kafiye tutturması da çok önemlidir. Kafiye seçimini türküye ilk başlayan şair yapar. Diğer şair buna uygun kafiyeyle cevap vermek zorundadır. Şairlerden biri cevap vermez hale gelinceye kadar türküye devam edilir. Taraflardan birinin cevap veremez duruma gelmesine “mat olmak” denir.

Gündelik yaşamının içerisindeki hemen her olay atma türkülere konu olmaktadır. Türkülerin içerdiği şakalaşma sözleri atma türkülerde, eğlenme ve eğlendirme faktörünün ön planda olduğunu gösterir. Genç kız ve erkeklerin türkülü atışmaları tanışma ve sohbete başlamak için kullanılan bir iletişim aracıdır. Bu örneklerde görüldüğü üzere, atma türküler mutlaka belli ortamlara ve koşullara bağlı olarak değil, gündelik hayat içinde her koşul ve ortamda söylenebilmektedir. Atma türküler müzikli, horonlu eğlence ortamlarının yanı sıra, kişiler arası sosyal ortamların hemen hepsinde iletişim biçimi olarak da kullanılırlar. Yöre insanının sevdaları, ayrılıkları, hüzünleri, sevinçleri, çalışma koşulları, halk kültürünün hemen bütün unsurları yöreye özgü mizahî üslupla yoğrularak bu türkülerde karşımıza çıkar.

Türküde hangi konunun işleneceğini şairlerin bulundukları ortam belirler; birbirini tanıyan, bilen şairler karşılaştıkları anda genellikle yaşadıkları bir olay üzerine atışmaya başlarlar. Şairler birbirlerini tanımıyorlarsa söyledikleri ilk beyitler genelde birbirlerini yoklamaya, tartmaya yönelik olur. Eğer şairler arasında rekabet varsa ve dinleyenler hangisinin daha usta olduğunu görmek istiyorlarsa, söylenen türküler karşılıklı taşlamaya döner. Türkü söylenen meclis bir düğün toplantısıysa, dinleyenleri eğlendirmek, ortamı neşelendirmeye yönelik beyitler söylerler.

Atma türküler; atma türkü, kesme türkü, çatma türkü, karşı-beri, kolbaşı gibi adlarla da anılır. Değişik adlandırmalar görülmesine rağmen esas hepsi karşılıklı iki tarafın söylediği türküler olmaları nedeniyle “karşı beri atma türküler” şeklinde tanımlanabilirler.

Bu türkülerde yöre kültürünün bütün unsurlarını görmek mümkündür. Dolayısıyla, atma türküler tek başlarına Rize halk kültürünün taşıyıcısıdırlar diyebiliriz.

Atma türkünün Rize’deki en önemli ismi Osman Efendioğlu, 2016 yılında UNESCO’nun “Yaşayan İnsan Hazineleri” listesinde yerini almıştır.

 

Osman Efendioğlu: 1936 yılında Rize’nin Taşköprü köyünde doğan Osman Efendioğlu, şairliğe küçük yaşlarda atma türkü söyleyerek başlamıştır. Geleneği Tüylüoğlu Mehmet Ali, Kamburoğlu Ahmet, Topal Osman Kandemir ve Kel İlyas’tan öğrenmiştir.

1943-1944 öğretim yılında ilkokulu okuduğu okulda oynanan “Yarım Osman” adlı piyeste başrol oynamıştır. Oyundaki başarısı çok beğenilmiş ve çeşitli etkinliklerde sahne alması için davet edilmiştir. Davet edildiği bu etkinliklerde de atma türküler söylemiştir. İlkokulu bitirdikten sonra şoför muavinliği yapan şair, 18 yaşında şoförlük yapmaya başladı. Mesleği gereği Türkiye’yi şehir şehir dolaştı. Yaklaşık 35 yıl ağır vasıta şoförlüğü yapan şair, şoförlüğü bıraktıktan sonra kendi köyünde bir kırtasiye dükkânı açmıştır.

Osman Efendioğlu, 1985 yılında Rize’de yapılan ilk atma türkü yarışmasında birinci olmuştur. Osman Efendioğlu bu tarihlerden itibaren gerek yerel kanallarda gerekse TRT başta olmak üzere ulusal kanallarda çeşitli programlara katılarak Rize yöresi atma türkü geleneğini geniş halk kitlelerine tanıtmıştır. Atma türkü geleneği konusunda yapılan akademik çalışmalara kaynaklık etmiştir. Şairin, 2008 yılında Rize Meltemleri adında bir kitabı yayınlanmıştır.

29 Ekim 2016 tarihinde UNESCO tarafından, Yaşayan İnsan Hâzineleri listesine alındı. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde “Yaşayan İnsan Hâzineleri, Geleceğe Aktarılan Mirasın Temsilcileri” adlı bir ödül töreni düzenlendi.

Sözlü gelenekler içinde yer alan atma türkü geleneğini 65 yıldır ürettikleriyle sürdüren Osman Efendioğlu, geleneğin korunarak aslına uygun bir şekilde yaşatılmasında öncü olmuştur. Geleneğin son temsilcilerinden biri olan Efendioğlu, evli ve 3 çocuk babasıdır.

Kesme Türkü:

7 heceden oluşan ve tek mısrada tamamlanan türkü havasına genellikle Hemşin yöresinde gördüğümüz “kesme türkü” havasını örnek gösterebiliriz.

Yine bir atma türkü çeşidi olan “kesme türkü” tabiri türkünün söyleniş biçiminden kaynaklanmaktadır. Kesme türküler, “kolbaşı” diye de anılır. Kesme türkü havasında türkü tek kişi tarafından söylenmez; karşılıklı iki grupça söylenir. İki topluluk iki ayrı kol oluşturur. Her kolun başında bir şair bulunur. Buna kolbaşı denir. Öteki kişiler de ses vermek suretiyle kolbaşına yardım ettikleri için kürekçi adını alır.

Kol halinde türkü söylenirken çalgı kullanılmaz.

Türkü söylenirken horon edilmez. Halka şeklini alan iki kol türkünün havasına göre ağır ağır döner.

Birinci grup bir mısralık makamla bir türkü söyleyince, ikinci grup birinci grubun söylediğini aynı makamda aynen tekrar eder. Bu hava aynı zamanda horon havasıdır ve iki grup da horon oynamaktadır. Türkü böylece birinci grubun yönetiminde devam ederken, ikinci taraf tekrar etmeyi durdurur ve insiyatifi ele alır. Bu sefer ikinci taraf söyler, birinci taraf tekrar eder.

Kadıbağı, düğünlerde, atma türkü söylemek için, meydana getirilen bir topluluktur. Kol kola girerek bir halka oluştururlar, kitle ses verir, biri söyler, ses ince ya da kalın olursa cevap gelmez, orta söylerler.

Türkücüler birbirini iğneler, birbirinin zayıf tarafına yüklenir.

Karşı-Beri Atma Türküler:

Atma türküler, iki tarafın karşılıklı olarak atışması nedeniyle yaygın şekilde “karşı-beri” veya “karşı-beri atma türkü” diye de anılırlar. Karşı-beri, şairler için bir tür düellodur. Hünerlerini bu atışmalarda ortaya koyarlar. Karşı-beride karşılaşan iki şair, gerek birbirlerine sordukları sorulara cevap vererek gerekse beli bir konuyu işleyerek, atışmaya başlarlar. Buna karşılama yapmak da denir. Karşı-berilerde şairlerin birbirlerine cevap vermesi esastır. Karşılamayı başlatan söze uygun bir karşılık verilmesi gerekir. Söze başlayan kişi ya bir soru sormuş yahut karşısındakine kinayeli söz söylemek suretiyle laf atmıştır. Bu durumda söylenene uygun bir cevap vermek gerekir. Karşı-beriler, türküden ziyade yöreye özgü bir iletişim biçimi olarak da düşünülmelidir. Çünkü karşı-beriler hemen tüm örnekleri kafiyeli olmakla beraber kafiye üzerine kurulmaz; önemli olan şairlerin işittikleri sözün altında kalmaması, uygun bir cevap vermesidir.

Osman Efendioğlu ile İlyas Kazdal’ın Atışması

İ.Kazdal: Yaşlisun dayanmasun dayi sen bu yarişa

O. Efendioğlu: Desena ki senünle belayi alduk başa

 

İ. Kazdal: Bu gün bakmayacağum gözünden akan yaşa

O. Efendioğlu: Sen gibi şairleri çok getirmişim tuşa

 

İ. Kazdal: En çetinine çattun gayretin gider boşa

O. Efendioğlu: O kadar hizli gitma ayağun çatar taşa

 

İ. Kazdal: Yetişemezsin beni sen habu dik yokuşa

O. Efendioğlu: Çevireceğim seni kanadi kiruk kuşa

 

İ. Kazdal: Senun saçlarun beyaz benzeyisun berduşa

O. Efendioğlu: Gördün beyaz hedefi geçtun hemen atişa

 

İ. Kazdal: Ne der belli olur mu laf mi yoktur ayyaşa

O. Efendioğlu: İftira etma bana içki kullanmam haşa

 

İ. Kazdal: Türkü öyle geturdi ne luzum var telaşa

O. Efendioğlu: Hiç susti mi o dilun tuttun beni traşa

 

İ. Kazdal: Dayi sen mecbur ettun soktun beni savaşa

O. Efendioğlu: Satsam kimseler almaz türkini beş kuruşa

 

İ. Kazdal: Hangimiz değerlidur bir çikalum satişa

O. Efendioğlu: Benum müşterim vardır sen başla arayişa

 

İ. Kazdal: İyisi mi bu işi bağliyalum barişa

O. Efendioğlu: Çok teşekkür ederim sendeki anlayişa

Osman Efendioğlu ve Ahmet Çakar’ın Atışması

A. Çakar: Söyleyisun çaylari, var mi cebinde para?

O. Efendioğlu: Şimdilik bulamasam veririm oni sora.

 

A. Çakar: Dünya taniyi seni, fukarasun fukara.

O. Efendioğlu: Fukara deyip bana, sokma beni zarara.

 

A. Çakar: Hoca vaaz edeyi, çatmayın ihtiyara.

O. Efendioğlu: Sende para var imiş, saysan sadakalara.

 

A. Çakar: Sadaka hiç olur mu bu geniş yakalara?

O. Efendioğlu: Ben hiç bi şey diyemem öyle fiyakalara.

 

A. Çakar: Her zaman muhtaç olmuş, böyle yalakalara.

O. Efendioğlu: Ver bana bir sadaka, ceplerini bi ara.

 

A. Çakar: Bi anahtar, bi çakmak, yoktur cebimde para.

O. Efendioğlu: Eyi ki paran yoktur, çok içmessun cigara.

Barış Manço İçin Yapılan Atışma

1988 yılında “7’Den 77’Ye Barış Manço” programına konuk olan Osman Efendioğlu ile Ahmet Kabil, Barış Manço'nun isteği üzerine atışırlar:

A. Kabil: Ne güzel de yakışmış, Barış Bey'e şalvari

O. Efendioğlu: İlk bakışta andirir eski Osmanlilari

 

A. Kabil: Şemsiye gibi korur, çok uzundur saçlari

O. Efendioğlu: Onbeş tane yüzük var, doldurmuş parmaklari

 

A. Kabil: Tam kesmelik oldiler, uzattı buyuklari

O. Efendioğlu: Birazdan edeceksin, Barış eller yukari

 

Vaziye Nine ile Osman Efendioğlu Atışması

(KK. Osman Efendioğlu)

Şairliğiyle meşhur Vaziye Nine ile Osman Efendioğlu otobüs terminalinde karşılaşınca aralarında şu atışma geçer:

O. Efendioğlu: Köpekler yemez seni belun oldi kukari

Vaziye Nine: Sen edemezsin benlan benim eski dulkari

 

O. Efendioğlu: Kocan öldüğü zaman bir koca alsan bari

Vaziye Nine: Birakup gidemezdum beyittum çocuklari

 

O. Efendioğlu: Bir defa gördüm seni eteklerun yukari

Vaziye Nine: Seksen yaşini aştum zati kaldurdum ari

 

O. Efendioğlu: Gören kiz beller seni giydun pembe şalvari

Vaziye Nine: Şalvaruma dokunma yersun benden şamari

Gelin Kaynata Atışması

İkizdere Ayvalık köyünden Şimşirli köyüne bir gelin gelir. Düğünden bir müddet sonra koca gurbete çıkar. Bu arada Birinci Cihan Savaşı başlamış ve gurbete diye evden çıkan koca kaybolmuştur. Aradan uzun zaman geçer, savaş biter, fakat gurbetten hiçbir haber alınamaz: Kayıp kocanın künyesi de gelmez. Herkes umudu keser.

Gelin kaynatasına “Oğlunu bul yoksa giderum” der ve karşılıklı atışırlar:

 

Kaynata: Çok hevesli Kapse’den seni gelin almişim

Gelin: Teşkim almasan beni ben küle mi kalmişim

 

Kaynata: Herkes gülecek beni bakun ne hale düştüm

Gelin: Daha saymayrum seni herşeyi olçtum biçtum

 

Kaynata: Gelin bu konuşmaklan güldiriyin herkesi

Gelin: Askere gitmiş olsa gelmiş idi künyesi

 

Kaynata: Daha böyle konuşma duşu bayilacağum

Gelin: Altı seneyi geçti boş duruyi kucağum

 

Kaynata: Haçan eve gideruk bunu sana sorcağum

Gelin: Baba senin evine daha durmayacağum

 

Kaynata: Ya öyle dema kizum yikilacak ocağum

Gelin: Çok merak ettum oni şimdi ağlayacağum

 

Kaynata: Bir şey deyun ey millet bu gelinum çildurdi

Gelin: Hiç duyulduği var mı kari kocasuz durdi

 

Kaynata: Ya çık horondan haydi beni çildirtacasun

Gelin: Daha kocasız durmam oğluni bulacaksun

 

Kaynata: Nere bulayim oni bilmeyim adresini

Gelin: Çikartiyusun baba sen adamun hirsini

 

Kaynata: Habu yaşumdan sonra hafiye olacağum

Gelin: Daha kocasuz durmam bir çare bulacağum

İslam Köroğlu Oğluyla Atışıyor

İslam Köroğlu ve oğlu Hamza Köroğlu, ikisi de şair:

 

İ. Köroğlu: Dayma cidu rasladuk celinun tembeline

H. Köroğlu: Cene bir zori vardur babam verdi diline

 

İ. Köroğlu: Kaku ateş yakmazlar celin bakar celine

H. Köroğlu: Ateş yakan almaduk baktuk cuzeline

İ. Köroğlu: Boyle ettuk da siçtuk bu evun temeline

Çatma Türkü:

Her biri 7 heceli ikişer dizeyle karşılıklı olarak söylenen çatma türküler daha çok imece (eğratluk, meci) usulüyle yapılan çalışmalarda, düğün toplantılarında söylenir. Çatma türküler söylenirken türkü söyleyecek olan taraflar oturdukları yerde kol kola girerler, buna “kadıbağı” denir. Bu türkülerde çalgı kullanılmaz. Çatma türküler Hemşin yöresinde “türkü çatmak” biçiminde de ifade edilir.

Selim Sayma:

Düğünlerde söylenen bir başka türkü türü de selim saymadır. Kızın ardından gelen düğüncü kızın evinde önce selim sayma söyler.

Ocakta, tömelye denen taş (tömele / temel taşı) kaldırılarak ortaya getirilir. Sonra selim saymaya başlanır. Selim sayma, koro halinde ve ezgiyle söylenen türkülerdir. Selim sayma kümelerden oluşur. Kümeler iki kısımdır; birinci kısım 3 ya da 4 mısradır.

İkinci kısım nakarattır.

Mısralarda hece sayısı 8’dir.

3 mısralık kümelerde her üç mısra birbiriyle kafiyelidir.

4 mısralık kümelerde ise 1, 2 ve 4. mısralar birbiriyle kafiyelidir. 3. mısra serbesttir. Her 3 ya da 4 mısradan sonra nakarat tekrarlanır.

Selim sayma için gerekli halka kurulduktan sonra 2 ya da 3 kişi topluluğun başına geçer. Bunlar kümelerin birinci kısımlarını, öteki kişiler de nakaratı söyler:

 

Helessa yalessa

Heyamola hessa ho…

Erkekler arasında söylenen selim saymada dönmek, oynamak yoktur. Halkayı oluşturanlar oldukları yerde dururlar. Selim saymayı atma türkü izler. Asıl eğlence atma türkülerle birlikte başladığı için selim sayma fazla uzun tutulmaz.

Atma Türkü

Atma türkü, Anadolu’nun diğer yörelerinden farklı olarak sadece bu yörede görülen, Doğu Karadeniz’e has bir türkü çeşididir. Osman Efendioğlu’yla yaptığımız mülakatta atma türkünün özeliğinin esas olarak “laf atma, söz söyleme” olduğunu söyler. Atma türküdeki ustalık “hazır cevap” olmak, söylediği sözle karşı tarafı susturmaktır. Özet olarak atma türkünün tanımı şu şekildedir: Belirli bir temayı işleyen, kafiyeyle söylenen, içerisinde hiciv, nükte, şaka gibi unsurların olduğu bir türkü türüdür. Bu şekliyle sadece Rize’de icra edilmektedir. Başka yörelerde benzerleri vardır ancak onlar atma türkü değil kesme türküdür. Kesme türkü, sadece atışma olarak gerçekleşir, türkü formunda devamlılığı yoktur. Atma türkü bu bakımdan benzeri diğer formlardan ayrılır.

 Baba-oğul, kaynanan-gelin, kadın-erkek arasındaki sözlü atışmalarda atma türkü şeklinde gerçekleşir. Ali Çelik’in makalesinde Osman Efendioğlu atma türkünün icra ortamlarını şu şekilde anlatmıştır: “Köylerde işler yaygın bir şekilde imece usulüyle yapılır. Odun taşıma, gübre taşıma, harman etme, mısırları ayıklama, üzüm toplama gibi işler komşular bir araya gelir yapılır. Kızların, gelinlerin veya erkeklerin yapacağı işler var. Meselâ üzüm toplama işi erkeklerindir de odun taşıma işi kadınların, efendim, odunları kesmek, doğramak işi erkeklerin. Şimdi bir araya geldikleri zaman türkü söylenir. Bazen kesme veya atma türkü, bazen de yörenin bilinen türküleri söylenir. Bu, bu yörenin eğlencesidir. O olmadan o iş olmaz. Yani benim çocukluğumdan hatırladığım şimdi her genç kız olsun, erkek olsun, türkü söylemeğe heves eder. Çünkü onu gördü onunla itibar kazanacak. Onunla kendini gösterecek. Bu şekilde gelenek halin de, görerek çevresinden öğreniyor. Yeteneği varsa geliştiriyor. Düğünlerde kalkıyor bir başkasıyla atışıyor…” (Çelik, 1990)

Rize ve çevresinde, şairin herhangi bir konuda irticalen söylediği türkülere de atma türkü denir. Tek bir şairin söylediği atma türkü, biçimine bağlı olarak “türkü” ya da destan diye de adlandırılır.

Genellikle karşılıklı iki kişinin söylediği atma türküler iki ayrı şair grubu halinde de söylenir. Atma türküler düğünlerde, özel günlerde, şenliklerde ve toplantılarda irticalen söylendiği gibi, mektup şeklinde tek taraflı veya karşılıklı da söylenir. Rizeli atma türkü şairlerinin birbiri aralarındaki mektuplaşmaları atma türkü ile olurdu.

Rize Gündoğdu, Akpınar (Kalamoz) köyün Süleyman Efendi, asker arkadaşı olan Rize Taşköprü köyünden Mustafa Hacıömeroğlu’na bir mektup gönderir; parası ve tütünü olmadığını söyler. Mustafa’dan tütün ister. Mustafa Hacıömeroğlu’da tütünü hazırlar ve mektupla şöyle bir cevap yazar:

Kalamozda bir dostum, Süleyman Efendi var,

Onunla aramızda tütünde teklif mi var.

Mektup gönderdi bana biraz kabahati var

Hangisinden istedi tatlısı var serti var?

 

Süleyman Efendi ise tütünü ve mektubu alınca cevaben şöyle yazar:

Allah'ım razı olsun gönderdin bana tütün,

Yaktım iki sigara dertlerim gitti bütün,

O gün görsen keyfimi yattım altına dutun,

Sanki verilmiş bana tahtı Sultan Hamit’un

Allah karşılığında versin bi kilo altın

 

Rize ilinde atma türkü çok eski ve yaygın bir gelenektir. Şairlerin ünü, belli bazı yerleşim yerlerine “şair” sözcüğüne atıf yapılarak ad konulması sonucunu doğurmuştur. Rize ili Çayeli ilçesinden denize dökülen iki dereden birinin adı, “Şâirler” deresi, diğerinin adı da, “Âşıklar” deresidir. Ayrıca, Çayeli’nde bu iki dere üzerindeki yerleşimler “Şâirler mahallesi” ve “Âşıklar mahallesi” adlarıyla anılırlar.

Atma türkü şairler için bir tür imtihan alanıdır. Atma Türkü, duruma ve konuma göre söylenmesi gereken şeyi o anda uydurup o anda kurup söylemektir. Tabiatıyla da manayı hece ve kafiyeye uydurmak için zamana ve yeteneğe ihtiyaç vardır. Hangi şair karşısındakini susturur ise (tutturursa) o şair usta sayılır.

Atma türkü beyitler halinde icra edilir. Şairin birisi bir beyit söyler, karşısındaki de yine beyitle cevap verir. Atma türküler her zaman bir kaideye bağlı olarak söylenmez. Aynı zamanda kaidesiz olarak söz yoluyla da atışma olabilmektedir. Şairlerin atıştığı bu tarz türkülerde kafiyeden ziyade söz unsuru ön plandadır. Bu tarz atışmalarda tarafların doğaçlama ve peşin cevap verme özellikleri öne çıkar.

Atma türküde esas olan mısra, iki yedili duraktan ibaret olup, kafiye ikinci yedili durağın sonundadır. Birinci durağın sonunda kafiye aranmaz. Birinci yedili durakta kelimenin tamamının bitmiş olması gerekmektedir. Atma türkülerde birinci durağın bitişiyle ikinci durağın başlangıcı ve kafiyeye inişi çok uyumlu olmak mecburiyetindedir. Atma türkülerde konuların önemi kadar şairlerin kafiye tutturması da çok önemlidir. Kafiye seçimini türküye ilk başlayan şair yapar. Diğer şair buna uygun kafiyeyle cevap vermek zorundadır. Şairlerden biri cevap vermez hale gelinceye kadar türküye devam edilir. Taraflardan birinin cevap veremez duruma gelmesine “mat olmak” denir. 

Gündelik yaşamının içerisindeki hemen her olay atma türkülere konu olmaktadır. Türkülerin içerdiği şakalaşma sözleri atma türkülerde, eğlenme ve eğlendirme faktörünün ön planda olduğunu gösterir. Genç kız ve erkeklerin türkülü atışmaları tanışma ve sohbete başlamak için kullanılan bir iletişim aracıdır. Bu örneklerde görüldüğü üzere, atma türküler mutlaka belli ortamlara ve koşullara bağlı olarak değil, gündelik hayat içinde her koşul ve ortamda söylenebilmektedir. Atma türküler müzikli, horonlu eğlence ortamlarının yanı sıra, kişiler arası sosyal ortamların hemen hepsinde iletişim biçimi olarak da kullanılırlar. Yöre insanının sevdaları, ayrılıkları, hüzünleri, sevinçleri, çalışma koşulları, halk kültürünün hemen bütün unsurları yöreye özgü mizahî üslupla yoğrularak bu türkülerde karşımıza çıkar.

Türküde hangi konunun işleneceğini şairlerin bulundukları ortam belirler; birbirini tanıyan, bilen şairler karşılaştıkları anda genellikle yaşadıkları bir olay üzerine atışmaya başlarlar. Şairler birbirlerini tanımıyorlarsa söyledikleri ilk beyitler genelde birbirlerini yoklamaya, tartmaya yönelik olur. Eğer şairler arasında rekabet varsa ve dinleyenler hangisinin daha usta olduğunu görmek istiyorlarsa, söylenen türküler karşılıklı taşlamaya döner. Türkü söylenen meclis bir düğün toplantısıysa, dinleyenleri eğlendirmek, ortamı neşelendirmeye yönelik beyitler söylerler.

Atma türküler; atma türkü, kesme türkü, çatma türkü, karşı-beri, kolbaşı gibi adlarla da anılır. Değişik adlandırmalar görülmesine rağmen esas hepsi karşılıklı iki tarafın söylediği türküler olmaları nedeniyle “karşı beri atma türküler” şeklinde tanımlanabilirler.

Bu türkülerde yöre kültürünün bütün unsurlarını görmek mümkündür. Dolayısıyla, atma türküler tek başlarına Rize halk kültürünün taşıyıcısıdırlar diyebiliriz.

 

Atma türkünün günümüzdeki en önemli ismi, UNESCO’nun “Yaşayan İnsan Hazineleri” listesinde de yer alan Osman Efendioğlu’dur.

 

Osman Efendioğlu: 1936 yılında Rize’nin Taşköprü köyünde doğan Osman Efendioğlu, şairliğe küçük yaşlarda atma türkü söyleyerek başlamıştır. Geleneği Tüylüoğlu Mehmet Ali, Kamburoğlu Ahmet, Topal Osman Kandemir ve Kel İlyas’tan öğrenmiştir.

1943-1944 öğretim yılında ilkokulu okuduğu okulda oynanan “Yarım Osman” adlı piyeste başrol oynamıştır. Oyundaki başarısı çok beğenilmiş ve çeşitli etkinliklerde sahne alması için davet edilmiştir. Davet edildiği bu etkinliklerde de atma türküler söylemiştir. İlkokulu bitirdikten sonra şoför muavinliği yapan şair, 18 yaşında şoförlük yapmaya başladı. Mesleği gereği Türkiye’yi şehir şehir dolaştı. Yaklaşık 35 yıl ağır vasıta şoförlüğü yapan şair, şoförlüğü bıraktıktan sonra kendi köyünde bir kırtasiye dükkânı açmıştır.

Osman Efendioğlu, 1985 yılında Rize’de yapılan ilk atma türkü yarışmasında birinci olmuştur. Osman Efendioğlu bu tarihlerden itibaren gerek yerel kanallarda gerekse TRT başta olmak üzere ulusal kanallarda çeşitli programlara katılarak Rize yöresi atma türkü geleneğini geniş halk kitlelerine tanıtmıştır. Atma türkü geleneği konusunda yapılan akademik çalışmalara kaynaklık etmiştir. Şairin, 2008 yılında Rize Meltemleri adında bir kitabı yayınlanmıştır.

Sözlü gelenekler içinde yer alan atma türkü geleneğini 65 yıldır ürettikleriyle sürdüren Osman Efendioğlu, geleneğin korunarak aslına uygun bir şekilde yaşatılmasında öncü olmuştur. Geleneğin son temsilcilerinden biri olan Efendioğlu, evli ve 3 çocuk babasıdır.

Muammalar

Ezgiyle söylenen bilmecelerdir. Muamma, daha çok şair atışmalarında söylenir. Bu yöntemle şairler birbirlerini imtihan ederler:

 

Soru:

Kuşlardan hangi kuştur

Süt verir yavrusuna

 

Cevap:

Akşamdan dolaniyi

Evunun kapisina

Maniler

Halk edebiyatı ürünlerinin en yaygın olan türlerinden biri mânilerdir. 7 veya 8’li hece ölçüsüyle ve çoğunlukla dört dize olan mânilere, söylendiği yere ve ortama göre ezgiler de eşlik edebilir. Mânilerin büyük çoğunluğunda a, a, x, a şemalı kafiye düzeni görülür. Üçüncü dize serbest olmak üzere diğer dizelerde yarım kafiye bulunur. Hemen her tür hayat hikâyesi ve tabiat olayları mânilere konu olabilir. Rize yöresinde söylenen mânilerde mahalli kültürün unsurlarının yanı sıra tabiat tasvirleri hemen dikkat çeker:

Atma beni vurursun

Kız kolların kurusun

Funduk bahçelerinde

Ara beni bulursun

Mânilerdeki doğa tasvirleri ve bitkilere yapılan atıflar, söylendiği yöreyi de işaret etmektedir. Bu anlattıklarımızın dışında ülkemizde başka bölgelerde söylenen mânilere de rastlamak mümkündür. Bunun bir nedeni, mânilerin anonim eserler olması, şairlerinin bilinmemesidir. Sözlü kültürün diğer birçok ürününde olduğu gibi mânilerin de modern hayatın içinde kendilerine yer bulamadığı için artık söylenmeyip unutulmaktadır.

Mâni Örnekleri

Geline kina koyduk

Ağla kizun anasi

Yarun akşam bu vakit

Sevinur kaynanasi

 

Bu karamiş fidani

Hep kapatti meydani

Bu köyün inadina

Alacağum sevdami

 

Ormana çali miyim

Çalinun dali miyim

Çayelili dururken

Başkasini alur miyim

 

Akar Hemşin deresi

Çat duzina göl olur

Büyüğü evlenince

Kuçuğine yol olur    

 

Al başuna beyazi

Gelsun dağlarun yazi

Beyaz göğsün ustine

Kılsam saba namazi

 

Cel cidelum cidelum

Meşe koltuklarina

At belunden kuşaği

Ensun topuklarina

 

Çek eşağa yukari

Lambanun fitilini

Niçun konuşmayisun

Kuş mi yedi diluni

 

Çik elmanun dalina

Bak duynanun halina

Bu çözler neler cordi

Habu gençluk yaşumda

 

Dağlarun çimenine

Oturdum serinlendum

Bi yâr çeşti yanumdan

Az kaldi delilendum

 

Gemi geliyi baştan

Yelkenleri gumaştan

Bi evlendum olmadı

Evleneceğum baştan

 

Kestanedur kestane

Evun bağlamalari

Yakdi beni yandurdi

Yarun ağlamalari

 

Oy bu akan dereler

Hep gözümün yaşidur

Sevip te alamamak

Elumun kardaşidur

 

Rize’den ki yürüdüm

Rize güneşli idi,

Bakamadum yarume

Gözlerim yaşlı idi

 

Yayladan ki yurudum

Yayla günşeli idi

Bakamadum geriye

Gözlerum yaşli idi

Destanlar

Destanlar insanları etkileyen, tarihi ve sosyal etkileri olan belli bir konuyu ele alarak yazılır. Bunun yanı sıra kişisel olaylar da destan formunda söylenen şiirlere konu edilebilir. Rize yöresinde, geniş halk kitlelerini etkileyen olaylar için söylenmiş destanların yanı sıra; ayrılık veya bir yakınının vefatı gibi olaylar karşısında da destanlar söylenmiştir. Okuma-yazma bilmeyenler kurdukları destanı ya hafızalarında tutar yahut birilerine yazdırırlar. Destanlar sekiz, on bir ve on dört heceli olabilir. On bir heceli destanlar en yaygın olanlarıdır.

Birinci dörtlüğün 1-3, 2-4 mısraları öteki dörtlüklerin 1, 2, 3 mısraları kendi aralarında; her dörtlüğün 4. mısraı birinci dörtlüğün 2-4 mısraı ile kafiyelidir.

Konu itibariyle destanlar savaşlar, kahramanlıklar gibi toplum üzerinde iz bırakan önemli ve acılı olayları ve sevda ilişkilerini anlatır. Külünkoğlu Bilal Efendi’nin Cimil Çığ Destanı, 1895 yılında İkizdere’nin Cimil Köyüne düşen çığ felaketini anlatır (Koyuncu ve Arıman, 2015).

Sarıkamış’ta Donarak Ölen Şehit Mustafa’nın Cebinde Bulunan Destan

Köyümden yürüdüm çantamı taktım.

Döndüm köyüm etrafına bir daha baktım.

Ağlaya ağlaya üç kurşun attım.

Belki ondan verem oldun Eminem.

 

Kaçkarı aşarken donanma ettik.

Üç gün yol yürüdük Erzurum’a gittik.

Üçbinseksen asker bir yerde yattık.

Belki ondan verem oldun Emmem.

 

Palandöken dağları tükenmez kıştır.

Üstümüzde kış altınız yaştır.

Yatağım çimento yastığım taştır.

Belki ondan verem oldun Eminem.

 

Bu karda kışta canlar kurtulmaz.

Yollar kapanmış peksimet gelmez.

Paşalar dur demiş geri dönülmez.

Belki ondan verem oldun Eminem.

 

Urus’tan daha düşmandır soğuk.

Nefesle ısınmaz yattığın kovuk.

Bu gün var isek yarına yoğıık

Belki ondan verem oldun Emmem.

 

Mavzerler ince ince bağırır.

Sananın validem beni çağırır.

Çaresizim her tarafım ağırır

Belki ondan verem oldun Emmem.

 

Gözümde yaşlar buz olmuş akmaz.

Binlerce asker yarma çıkmaz.

Kapandı gözlerim bir daha bakmaz.

Belki ondan verem oldun Emmem.

 

Donarak ölüyor hep arkadaşlar.

Kar erir devrilir mezarda taşlar.

Ziyaretçimiz kartallar kuşlar.

Belki ondan verem oldu Emmem.

(Şehit Asker Mustafa)

 

Salih Kâhya: Rize Çayeli, Çilingir Köyü’nde doğmuş ve aynı köyde vefat etmiştir. (1843-1909 arası yaşadığı sanılıyor ) Babasının Alican, annesinin adı Zeynep’tir.

Okuma ve yazmayı kendi öğrendiği söylenir. Tüm yaşamını alçak gönüllülükle gösterişsiz bir köylü olarak geçiren şair; oldukça zeki, şakacı, hazır cevap ve nükteli kişiliği ile halk arasında “Keyanun Sale” ve “Sale” lâkaplarıyla tanınmıştır. Onun hiçbir mecliste söz veya şiir atışmasında alt edildiği bilinmez. Son sözü muhakkak Salih söylemiştir. Söylediği destan ve şiirlerle ismini günümüze kadar ulaştırmıştır. Şiirlerinde tasavvufi öğeler yanında yöresel unsurlar da zengin olmakla yörenin yaşamına dair birçok bilgiyi vermektedir. Şair Salih şiirlerinde en çok nasihata yer vermiştir.

Şair Salih'in en şöhretli şiirlerinden biri yaşadığı devrin en meşhur simalarından olan Melik Hoca’yı hicvettiği şiiridir. Melik Hoca Şairin komşu köylüsüdür. Şiirin bir bölümü şöyledir:

 

Efendim halk oldun bir ketre sudan

Nice gururiyet ider baeğrınuz

Ne’dur bu hareket, nedur bu hengam

Sultan Süleyman’ı geçti devrunuz

 

Bu kadar fazilet bir ketre abdâ

Gururluk gördün mü hiçbir kitabdâ

Nice embiyalar yatar turabdâ

Belki toprak değil sizin kabrunuz

 

Felek kesti rahatuni uykuni

Alem yeniledi eski kürkuni

Tamire başladun bütün mülküni

Hiç kalmadı fakirlukte sabrunuz

 

Silindi kapulâr yüklendi arsa

Bir telebenuz yok, meraklı derse

Eğer bir imtihan zuhur ederse

O zaman bilinur sizun kadrunuz

(…)

Sandıkçı Şükrü: Sandıkçı Şükrü zamanının şöhretli bir eşkıyası idi. Sandıkçı Şükrü, Perili ailesiyle arasında vuku bulan bir ihtilaf üzerine, (bir tapu meselesi) 1886 tarihinde bir adam öldürür ve hapse girer. Hapisten firar edip dağa çıkan Sandıkçı Şükrü, 1907 yılındaki ölümüne kadar pek çok eşkıyalık olayı ile birlikte anılır. Sandıkçı Şükrü, zenginden alır fakire dağıtırdı. Bu nedenle Rize halkı onu severdi. Ölümünün ardından hakkında pek çok destan yazılmıştır. Bunlar arasında en meşhur olanı Ahmet Caferoğlu’nun Rize Ballısu Mahallesinden Nazım Yılmaz’dan derlediği destandır:

Sandıkçı Şükrü Destanı

1

Sene bin üçyüz yirimi tamam

Rize şehrinde okundi ferman

Dünyada kimseye kalmadi inan

Bu fani dünyaya itibar olmaz

2

Uç yuz iki tarih nefsume uydum

Deloldum şeytana, bir cana kiydum

Defterumde kati ismumi koydum

Devir dünya daim bir karar olmaz

3

Kardaşum aslan conlumin yari

Ondan sonra bağa dunyadur zari

Ayruldum aslandan attum dünyayi

Cidince kardaşum oldi fedayi

Yürekten yananun dumani olmaz

4

Kahrume sebebdur Perilizade

Yapmadı tapuyi duşti inada

Corende paşayi uğrar feryade

Korkusundan çünkü dermani olmaz

5

Bir konak yapardum bir yuksek yere

Yarim saat mesafe çeker Fener’e

Kapusunda bir kuyi benzer kefsere

Dünyada suyunun akrani olmaz

6

Huçmunde ceturdum tuğlayi taşi

Seyrine koyuldi çavuş onbaşi

Toplama danenun harmani olmaz

7

Mutasarif paşa ğezebe celdi

Yakdi kayiklarumi ceğerum deldi.

Ol saat bilun Sandukçi celdi

Corunce ateşi aklum oynadi

Ceğerum tuduşti aklum oynadi

8

Kale yokuşinde sipere yattum

Huçumete şehre çok tüfek attum

Tatlii yemeğume zehiri kattum

Zulumsuz eşkiya tovbeçâr olmaz

9

Remezan yirimi, celdi emirler

Asker zaptiyeler doldi cemiler

Tirabizan valisi çellemi diler

Artuk bu derdumun dermani olmaz

10

Ayrildum aslandan karakiş ayi

Hava eser yağar toker burayi

Kulağuz peşume izum arayi

Artuk bu derdumun dermani olmaz

11

Uruspa’ya vardum sabah uzeri

Dumandur cozlerum cormez her yeri

Bir koca neneye musafir oldum

Hamdolsun mevlama şenluğu buldi

12

Nene yakti ateşi etti rağbeti

Kizdurdum covdemi ettum rahati

Zan ettum yeniden dunyaya celdum

13

Tevekkel eyledum çiktum meydana

Baktum ki Vareci durur bir yana

Ne bilurdum puştur deyil merdane

Cihanda puşt olan beyhudar olmaz

14

Hiç tüfek atmadan yürüdüm erken

Hasmumun furseti elumde içen

Ne yapsun yiğitluk puşluk variken

Şimdiden sonra dosta itibar olmaz

15

On adım citmeden yolumdan kaldum

Atduği kurşuni solumdan vurdi

Dönerken martinum kolumdan düşti

Puşt elinden cettum oni yanarum

16

Bir zaman salumi bağlayan olmaz

Çerkeç Reşit Ağa bağlar salumi

Esaret cunidur yandi tufekler

Çok yerlere pişti tatli yemekler

17

Bir alaylan celduk şehere

Huçumetun dibi döndi mahşere

Yiğneyi piraksam düşmezdi yere

Zulumsuz eşkiyalar tövbekâr olmaz

18

Üç cün sakladiler beni tenum çürünce

Ağaca bağladılar resmum alince

Bu kadar adalet bize olince

Zulumsuz eşkiyalar tövbeçâr olmaz

 

19

Ağlama validem ağlama ettuğum çoktur

Yiğitluk naminde eksuğum yoktur

Senden kayri beni aciyan yoktur

Yaktuğum canlarun hesabi yoktur

Sandıkçı Şükrü bir dönem Sinop Cezaevinde yatmıştır. Yıllar sonra aynı cezaevinde yatan Sebahattin Ali, Sandıkçı Şükrü’nün destanı ve hakkındaki hikâyelerin tesiriyle, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” adıyla meşhur türkünün güftesini yazmıştır. 

Halk Hikâyeleri

Dostlarla bir araya gelmek, geçmiş olaylardan konuşmak, hikâye ve fıkra anlatmak, eğlenmek köy ve kasabalarda bir araya toplanılan yerlerde çok rastlanan durumlardır. Halk hikâyeleri dediğimiz sözlü anlatıların icra edildiği ortamlar da daha çok bu gibi meclislerdir. Sözünü ettiğimiz bu toplantılardan başka yörede “eğratluk” denen imecelerde, değirmende sıra beklenirken, yayla eğlenceleri ve evlerde akşamdan sonraki vakitlerde sözlü edebiyatın pek çok türü icra edilirdi. Hikâye, masal ve efsane uzun kış gecelerinin başlıca eğlencesiydi.

Halk edebiyatına konu olup, kendine has zamanı ve mekânı olan, hikâye anlatmayı meslek edinmiş kimselerce anlatılan nitelikte hikâye anlatıcılığı bu bölgede yoktur. Halk arasında anlatılan hikâyelerin birçoğunun yörenin ileri gelenleri ve cami hocalarını konu edindiği gözlenir. Belli bir olay etrafında hikâye kurmaktan ziyade, günlük hayatta insanların dikkatini çeken olayların kişilere yakıştırılarak hikâyeleştirildiği görülür. Dolayısıyla denilmelidir ki halk hikâyeleri sosyal karakterli anlatılardır, gündelik hayatla direkt bağlantıları vardır.

Köylerde daha çok yaşlılar, dinî içerikli kıssalar anlatırlar. Dinî hikâye ve rivayet türündeki anlatılara Rize’nin hemen her yerinde rastlamak mümkündür. İbretlik misaller vermek üzere anlatılan hikâyelerde, dinleyenler için alınacak bir ders her zaman vardır. Ders vermek nitelikli hikâyelerin yanı sıra, sohbet ortamını neşelendirecek hikâyeler de anlatılır. Erkek meclislerinde yaşanmış komik hadiseler, gurbette yaşanmış olaylar, fıkralar ve askerlik anıları anlatılan hikâyelere konu olur.

Özetleyecek olursak; Rize ve çevresinde Anlatılan hikâyeler, çoğunlukla yaşanmış hikâyelerdir. Kıyıdan uzaklaşıp, dağ köylerine gidildiğinde, içinde hayvanlara yer verilen anlatılara daha çok rastlanır. Bunun tabii nedeni, yüksek rakımlarda ve orman içlerinde çeşitli hayvan türleriyle karşılaşma olasılığının artıyor olmasıdır.

Rize ve çevresinde masal ve hikâye türü anlatıların gelişmemiş olmasının bir nedeni de ezgili anlatıların, destan, mâni ve türkülerin çok fazla oluşudur. Başka yerlerde hikâye anlatılan ortamlar da Rize’de daha çok türkü, özellikle de atma türkü söylenir.

Hikâye Örnekleri

Nemrut Kıssası:

Nemrut gâvurunun dünyaya hâkim olduğu zamanda, Hazreti Musa’yla çok çekiştiler. Nemrut Musa Peygambere dedi ki; “ben yerin rabbiyim. Sen ki göklerin rabbine iman ettin ben de yerin rabbiyim. Mademki göklerin de rabbi var, muharebe edelim, bakalım hangimiz yenecek.”

Nemrut bir marifet yaptı, bir kuşun sırtına bini, kuşla birlikte göklere çıktı. Ok ve yay elinde göklerde Allah’ı aradı. Sonra gerdi yayını attı bir ok. Cenab-ı Halik bir balık çıkardı okun önüne. Balık okun önünde durdu, ok saplandı balığa. “Vurdum onu,” diye sevindi Nemrut.

Döndüğünde Musa Peygamberin yanına; “Göklerin rabbini vurdum,” dedi. Musa Peygamber, öyle vuramazsın deyince karşılıklı muharebe yapmaya karar verdiler. Nemrut topladı bütün askerini.

Askerler toplanmış beklerken düz içinde, Cenab-ı Rabb-ül âlemin sivrisineklere emretti, “her askere bir tane olmak üzere gidin,” dedi. Bir tane topal sivrisinek kaldı geri. Topal sivrisinek, “Ben bu muharebeden geri kaldım,” dedi ve tabii geri kaldı diye üzüldü. Cenab-ı Hakk dedi topal sivrisineğe ki; “Üzülme, asıl en büyüğüne seni tayin ettim, gidip o Nemrut’un beynini sen dağıtacaksın.”

Muharebe alanında beklerken askerler, bu sivrisinekler gökten karanlık bir bulut olup geldiler. Sardılar askerlerin etrafını. Askerler kaçan kaçana. Meydandaki askerlerin beyinlerini dağıttı sinekler. Yüksek bir tepeye çıkıp olanları seyreden Nemrut kaçtı hemen sarayına. Nemrut sarayına gitti, topal sivrisinek de onun peşinden gitti. Geçtiği bütün kapıları arkasından kilitledi Nemrut. En son odasına ulaştığı vakit; “Kurtuldum, benden yiğidi yok,” dedi kendi kendine. Tam bunları söylerken, odaya girmiş olan topal sivrisineği gördü. “Aha, bir tane girmiş içeri, bakın orada, öldürün onu” diye sineği vezirine işaret ederken sinek kalktı, uçtu, girdi Nemrut’un burnundan içeri. Topal sivrisinek gitti oturdu Nemrut’un beynine. Başladı ısırmaya. Sineğin ısırmasıyla Nemrut başladı delilenmeye, başına vurdu bir-iki, sinek durdu. Sinek bir daha ısırınca Nemrut tekrar başını yumruklamaya başladı. Sinek ısırmaya devam edince, Nemrut askerlerine dönüp; “biraz da siz vurun başıma,” diye emretti. Bu defa askerler Nemrut’un başını yumrukladılar. Topal sivrisinek ısırdıkça Nemrut’un iyice delilendi; “alın balyozu, öyle vurun,” diye emretti. Askerler aldılar ellerine balyozları, biri bir taraftan diğeri öbür taraftan dağıttılar Nemrut’un kafasını. O Nemrut gâvuru işte böyle geberdi gitti.

Nemrut gâvuru o vakitler bir tane idi. O bir tane Nemrut, Allah’ı vurmak için çıkmış idi göklere, şimdi bakalım bunlar kimi vuracaklar? (Günay, 1978: 267-268).

Fıkralar

Fıkralar anonim anlatılardır. Dolayısıyla belli bir yöreye mâl edilmeleri çok zordur. Sevilen bir fıkra, tiplemeleri veya fıkranın geçtiği mekân değiştirilerek başka yöreye uyarlanabilmektedir. Doğu Karadeniz’de anlatılan fıkraların da birçoğu böyledir. Temel ve Dursun gibi tipler için de durum farklı değildir. İçerisinde ince zekâ, saflık ve ahmaklık bulunan birçok fıkra, Temel ve Dursun tiplerine mâl edilerek, yöre ağzıyla anlatılmaktadır. Bu fıkraları yöreye bağlayan unsurlardan birisi; yöresel ağız, bir diğeri de erkek ismi olarak sadece Doğu Karadeniz’de kullanılan “Temel” sözcüğüdür. Hâlbuki Temel’li fıkraların hemen hiçbiri bu yörede anlatılmaz. Bu fıkraların kaynağı bölgenin dışıdır. Rize ve çevresinde anlatılan fıkralar daha çok mahalli tiplere maledilerek anlatılan komik olaylar ve nükteli sözler üzerine kuruludur. Bunlardan başka Nasreddin Hoca tiplemesinin yer aldığı fıkralar da yörede anlatılmaktadır.

Karadeniz’de Fırtına:

Tekne denizin tam ortasındayken Karadeniz’de müthiş bir fırtına kopar. Tekne bir o yana bir bu yana sallanır, rotayı bir türlü tutturamaz. Mürettebat ne yapacağını şaşırır. Birkaçı, kaptan Temelin yanına gelip sorar;

Ne yapalım kaptan?

Bağa bi pisula ceturun.

Tayfalar başladılar pusula aramaya ama hiçbir yerde bulamadılar. Elleri bomboş kaptanın yanına döndüler.

Pusulayı bulamadık kaptan, belki denize düşmüştür, şimdi ne getirelim?

Kaptan Temel bir denize bir de mürettebata baktı;

Çelime-i şahadet ceturun!

Mahallî Tipler

Hesed Dayı:

Hesed Demircan, nam-ı diğer “Hesed Dayı” 1910 yılında Sütlüce’de (Aron) doğdu. 1981 yılında vefat etti. Yörede çok sevilen, imamlık da yapmış olan Hesed Dayı’nın nükteleri fıkra şeklinde halk arasında bugün halen anlatılmaktadır. Horon tutkusundan dolayı imamlığı bırakan Hesed Dayı üfürükçülük ve muskacılık da yapmıştır.

Hesed Dayı ve Sefer Reis:

Hesed Dayı gemiyle İstanbul’a gitmektedir. Ancak bileti yoktur. Bilet kontrolü yapılır, Hesed Dayı’nın bilet almadığı anlaşılır. Güvertede açıkta yatmakta olan Hesed Dayı görevli memura: “Ben Sefer Reis’in babasıyım” der. Sefer Reis, geminin kaptanıdır. Görevliler Hesed Dayı’ya inanır. Ancak, Sefer Reis’in babasını kamarada değil de açıkta, güvertede misafir etmesine şaşırırlar. Durumu gidip kaptana anlatırlar. Sefer Reis halden anlayan biridir. Hesed Dayı’yı kamarasına davet eder. Sefer Reis, Hesed Dayı’ya: Nereden babam oluyorsun sen benim” diye sorunca, Hesed Dayı: “İstanbul’a kadar ben senin baban olayım ondan sonra hep sen benim babam ol” diye cevap vermiş.

Hesed Dayı’ya Yapılan Tuz Şakası: (KK. Mehmet Yılmaz)

Karısı tuz alması için Hesed Dayı’yı çarşıya gönderir. Elindeki çuvalla tuz almak üzere Pazarköy’e gider. Dükkâna girip tuz istediğini söyler. Dükkân sahibi siparişi hazırlayana kadar Hesed Dayı başka bir ihtiyacı için dükkândan ayrılır. Kendisi gibi şakacı biri olan dükkân sahibi ve arkadaşları Hesed Dayı’ya bir oyun etmeye karar verirler: Hesed Dayı’nın çuvalını tuz kalınlığında çakıl taşlarıyla doldurup güzelce paketlerler. Hesed Dayı işlerini halledip dükkâna döner. Hazırlanan çuvalı sırtlayıp evinin yolunu tutar. Bir saat kadar yol yürüyüp evine ulaşır. Karısı tuz kabı elinde çuvalı açar. Kaba tuz değil de çakıl taşı dökülünce, Hesed Dayı’ya çıkışır. Oyuna getirildiğini anlayan Hesed Dayı hiç renk vermez: “Ben o çakılları merdiveni onarmak için aldım ne diye sormadan etmeden çuvalı tuzluğa boşalttın?” diyerek karısını azarlar.

Hesed Dayı’nın Cenaze Şakası: (KK. Mehmet Yılmaz)

Tuz almaya giderken bir çuval çakılla evine dönen Hesed Dayı, kendisine yapılan bu şakanın altında kalmak istemez, düşünür ne yapayım bunlara diye. Ertesi gün yine hazırlanıp çarşıya iner. Önce bir tabut yaptırır. Tabutun içini evin ihtiyacı olan tuz, şeker, un gibi erzakla doldurur. Kapağını güzelce kapatır, çivilerini çakar. Tabutu hastane yakınına bırakıp mahalleye döner. Hesed Dayı’nın yüzünden düşen bin parçadır. Mahalledekiler sorar; “Hesed Dayı ne oldu, bu halin nedir?”

Hesed Dayı keyifsiz bir halde cevap verir: “Uşaklar anam çok hasta idi, hastaneye götürdük, sabaha karşı rahmetli oldu.”

“Oy,” dediler, “Hesed Dayı ne dersun, cenaze neredur?”

“Rize’ye, hastaneye,”

“Hayde gidelum alalum cenazeyi,” deyip binmişler bir arabaya inmişler Rize’ye. Hastane önünden tabutu alıp dönmüşler mahalleye. Mahalleden yukarıya yol yok o zaman. Tabutu omuzlayıp patika yoldan yukarı, girmişler yola. Tabut ağır, yol uzun, herkes kan ter içinde kalmış. Yürüdükçe de tabut ağırlaşmış, taşıyanlar; “bu Hala ne kadar ağırlandı,” diye söylene söylene birkaç saatte ancak vardılar eve. Ev içine ki girdiler. Tabutu masanın üzerine koydular. Etrafında dizildiler. Tabutun başında bekleyen kalabalık; “Hesed Dayı, rahmetli Hala bizim de anamuz sayılır, müsaade et de mevtanın yüzünü bir daha görelum,”

Hesed Dayı, “Tabii,” dedi, “Açun bakun,” deyip keseri uzatmış gençlere. Gençler çiviyle kapatılmış kapağı açtılar, bir de baktılar ki ne mevta ne bi şe, tabut ağzına kadar erzak dolu.

Gençler yaptıkları 10 paralık şakanın bedelini 50 parayla ödeyince anlamışlar Hesed Dayı’yla âşık atılmayacağını.

Holo Dede:

Pulihoz (Dumankaya) deresinden Memiş Dede'ye Holo Dede derlerdi. Holo Dede şakayla karışık çok yalan söylerdi. Şakayla yalanı bir tutardı. Bütün köylü onun bu huyunu bilirdi. Ona zaman zaman takılırlardı. Böyle bir günde Holo Dede baltası omuzunda dağdan inerken ahaliyle karşılaşır. Selamlaştıktan sonra ahali Holo Dede'ye takılırlar:

- Yahu Holo Dede, bize bi yalan söyle da,

Holo Dede, üzgün, bir o kadar da kızgın bir tavırla:

- Yahu ne deyisunuz? Şimdi yalanun sirasi midur? Babam elmiştur duymadunuz mi? Birakun de eve gideyim,” der ve yoluna devam eder. Ahali bu durum karşısında çok üzülür. Konu komşuya haber verir ve Holo Dede'nin evine giderler. Ahali eve gidince, gördükleri durum karşısında şaşırırlar. Holo dede, ateşliğin başında babasına taze mısır pişirirken bulurlar. Ahali duruma çok şaşırır; Holo Dede’ye de çok bozulur:

- Yahu Holo Dede, hane senun baban elmiş idi?

Holo Dede, muzip bir şekilde güler ve der ki:

- Siz benden yalan dememi istememiş miydunuz? İşte, aha size yalan.

Masallar

Kurbağa Kızın Masalı:

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde pire molla iken, sinek bakkal iken ben anamı beşikte tıngır mıngır sallar iken bir kral varmış. Kralın da üç oğlu varmış. Üç oğlun üçü de evlenme çağına gelmiş. Kral oğullarını evlendirmeye karar vermiş. Onları çağırmış, ellerine birer yay ve ermiş, demiş ki;

Bu okları her biriniz atacaksınız. Okları hangi memlekete düşürürseniz o memleketten bir kızı size alıp vereceğim.

Büyük oğlan oku atmış bir memlekete düşmüş. Kral o memleketin en güzel kızını almış büyük oğlunu evlendirmiş.

Sonra ortanca oğlu ok atmış onun oku da bir başka memlekete düşmüş, ortanca oğlunu da o memleketin en güzel kızını alarak onu evlendirmiş.

Sıra küçük oğlana gelmiş küçük oğlan oku atınca bir kurbağa gölüne düşmüş. Kral kurbağa gölünden bir kurbağa alarak küçük oğluna senin kısmetine bu kurbağa düşmüş sen bununla evleneceksin demiş. Küçük oğlanı kurbağa ile evlendirmiş ve onlara ayrı bir ev yapmış.

Küçük oğlan bu işe Çok üzülmüş. Babasına ben bu kurbağa ile evlenmem demiş ise de babası kabul etmemiş.

Küçük oğlan her gün evden çıkıyor akşam eve dönünce evi silinmiş süpürülmüş, kurbağayı da ocağın başında oturur görüyormuş bu bir gün böyle olmuş, ertesi gün böyle olmuş, her gün böyle olmuş. Küçük oğlan evden çıkıyor eve dönünce evi silinmiş süpürülmüş temizlenmiş görüyormuş, evi kim düzene koyuyor diye merak ediyormuş.

Bir gün işe gideceğim diye evden çıkıyor ama işe gitmiyor yolda biraz eğlenip geri dönüyor gizlice evi gözetliyor bir de bakıyor ki evin içinde güzel mi güzel dünya güzeli bir kız dolaşıyor evi siliyor temizliyor. Oğlan eve giriyor kıza kim olduğunu soruyor, kız ben senin eşin olan kurbağayım kurbağa kralının kızıyım işte ocak başındaki kabuğum ben evin işini görüp yemeği hazırlayıp bulaşıkları yıkayıveriyorum bu kabuğun içine giriyorum.

Oğlan kurbağa kızı çok beğenmiş onu çok güzel bulmuş bir daha kurbağa Kabuğunun içine girip kendisini saklamasını istememiş, bu kabuğu ateşe atalım yakalım demiş. Kurbağa kız bunu istememiş o benim örtümdür onu yakarsak başımıza felaket gelir. Fakat kocasına dinletememiş, kocası kurbağa kızın kabuğunu ateşe atıp yakmış.

Günler geçiyor kral küçük oğlunun eşi kurbağanın çok güzel bir kız olduğunu öğreniyor küçük oğlunu sarayına çağırıyor kurbağa kızı görüp beğeniyor. Oğluna eşini boşamasını söylüyor. Niyeti kurbağa kızla evlenmekmiş.

Oğlan durumu eşine anlatıyor eşi çek üzülüyor ben sana demedim mi benim kabuğumu yakma, bak başımıza felaket geldi diyor ve eşini krala gönderiyor krala git ne isterse yapalım bu işten vazgeçsin diye kocasını krala gönderiyor. Kral bu evliliği razı olmak için üç şartım var bunları yerine getirirsen kurbağa kızı sana veririm diyor.

Oğlan çaresiz kabul ediyor kral birinci şartını söylüyor.

-Bana diyor, o kadar büyük bir halı bulacaksın ki benim bütün askerlerim üzerine yatacak ve yarısı da artacak diyor.

-Oğlan eve geliyor ne yapacağını bilemiyor bu kadar büyük halı olur mu bu kadar büyük halıyı nerde bulacaktı durumu eşine anlatıyor eşi:

-Üzülme bunun çaresini buluruz kurbağalar kralı babama gideriz isteriz diyor.

Kalkıp kurbağa gölüne gidiyorlar. Kız kurbağa gölüne sesleniyor.

-Ey kurbağalar kralı bize o kadar büyük o kadar büyük bir halı lazım ki, bu halıya kralın askerleri yatacak, yarısı da artacak demiş kurbağalar kralı olur demiş ve bu halıyı dokutup vermiş oğlan halıyı alıp babasına götürmüş, Babasının askerleri halının üzerine yatmış ve yarısı da artmış.

Kral ikinci şartını söylemiş:

-Bana öyle büyük öyle büyük kazan getireceksin ki bu kazandan askerlerim yiyerek doyacak, yarısı da artacak demiş küçük oğlan yine üzülerek eve gelmiş derdini kurbağa kıza anlatmış. Kurbağa kız yine babama gidelim ondan isteyelim o bize büyük kazanı verir demiş.

Beraber kurbağa gölüne gitmişler. Kız göle seslenmiş.

Kurbağalar kralı, kurbağalar kralı demiş bizim öyle büyük bir kazana ihtiyacımız var ki bu kazandan kralın askerleri yiyip doyacak, yansıda artacak demiş. Kurbağalar kralı o büyük kazanı yaptırıp vermiş küçük oğlan kazını alıp saraya götürmüş. Bütün askerler kazandan yemiş, doymuş yarısı da artmış.

Kral bakmış ki bu en zor şeyleri yapıyor, ondan yapamayacağı bir iş isteyeyim demiş ve istemiş.

-Benim dedemin yüzükleri öteki dünyada onları alıp getireceksin demiş, oğlan çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş hazırlığını yapmış ahirete yolculuğa çıkmış.

Az gitmiş uz gitmiş bir hayli yol gittikten sonra bir adama rastlamış.

Adam yumurtaları yük yapar, yumurta yükünü arkasına almaya kalkınca da yumurta yükü dağılırmış. Yine yük yapar yine yükünü yüklerken yük dağılırmış. Küçük oğlan yumurta yükü yapan adama sormuş bu yaptığın nedir. Yumurtaları üst üste koyup yük yapılır mı? Niçin böyle yapıyorsun?

Adam demiş ki ben dünyada iken yumurta çalardım komşularım kümeslerine girer yumurtalarını alırdım. Yumurtaları üst üste dizer yük yapıp sırtıma alacağım zaman yumurta yükü bozulur. Ben yine yeniden yaparım, bu böyle sürüp gider.

Kralın küçük oğlu yoluna devam etmiş. Az gitmiş uz gitmiş yolun üzeri köprü gibi uzanmış bir adama rastlamış o adamın üzerine basmadan o yoldan geçmek mümkün değilmiş, her gelip geçen köprü gibi yatan adamın üzerine basar geçermiş. Kralın oğlu yatan adama sormuş.

-Neden böyle yol üzerine yatarsın?

-Ben dünyada iken insanların dereler üzerine kurdukları köprüleri bozar insanlara eziyet ederdim. Şimdi de burada köprü gibi yatmakla cezalandırıldım. Her gelen geçen üzerime basar geçer demiş. Kralın oğlu yürümeye devam etmiş, gitmiş gitmiş bir değirmene varmış bakmış ki değirmene un yerine insan kafaları öğütülüyormuş. Değirmenciye bu nedir diye sormuş.

-Bunlar hocaların kafalarıdır. Bunlar dünyada halka öğüt verir, fakat verdikleri öğütleri kendileri yerine getirmezlermiş. Kralın oğlu yoluna devam etmiş en sonunda sora sora kralın yüzüklerinin oldukları yere varmış. Dedenin yüzüklerinin bir sandık içinde olduğunu söylemişler.

Kralın oğlu sandığı almış aynı yoldan geri dönmüş, babasının yanına varmış "işte yüzükleri getirdim, yüzükler bu sandığın içinde" demiş. Kral sandığı açmış, sandığın içinden gürzü olan bir zebani çıkmış kralın başına gürzle vurmuş kralı öldürmüş böylece kralın küçük oğlu karısının örtüsünü yaktıktan dolayı cezasını çekmiş ve sonunda eşi ile uzun ve mutlu bir ömür sürmüş.

Kral da yaptığı kötülüklerin cezasını bulmuş.

Gökten üç elma düşmüş biri masalcının olmuş, ikisi de dinleyicilerin.

(Anlatan: Orhan Naci Ak)

Çoban Ahmet ile Padişah:

Ahmet adında bir adam zengin bir ailenin kızıyla sevdaluk yaparmış. Ahmet, kızı istemiş, vermemişler. Sevdasıyla birlikte kaçmaya karar vermişler. Bir mağarada buluşmak üzere sözleşmişler. Buluşacakları gün Ahmet, arkadaşlarıyla kumar oynanmaya dalmış. Bu arada çobanın biri vakit geç oldu diye geceyi mağarada geçirmeye karar vermiş.

Kız, bohçasını hazırlamış, atına binip mağaranın önüne gelmiş: “Ahmet Ahmet!” diye diye ses etmiş. Çobanın adı da Ahmet'miş. Kız tekrar seslenmiş: “Gelsene ne duruyorsun.” Çoban dışarı çıkmış. Kız, “binsene ata” deyince çoban ata binmiş, birlikte yola koyulmuşlar. Sabah olup da gün açınca kız bakmış ki yanındaki sevdiği adam değil. Ne olacak şimdi? Kız düşünmüş, taşınmış, sonunda; “Ne yapayım benim kısmetim de buymuş” demiş.

Tekrar yola koyulmuşlar. Padişahın sarayına yakın bir yere varıp oraya yerleşmişler. Padişahın yaveri; “Padişahım buraya, yanında çobanla bir kız geldi, kız çok güzel, tam sana göre” demiş. Padişah emir verip hemen çobanla kızı çağırtmış. Çobana “Falan yerde bir dana var. O danayı bana getireceksin” demiş. Çobanın söylenen yere gitmesi hiç kolay değil; yolunun üstünde karınca padişahları ile yılan padişahları varmış. Çoban nasıl gideceğim diye düşünüyormuş. Çoban dertli dertli dolaşırken bir peri çıkmış karşısına. Peri sormuş çobana; “Sen niye dertlisin?” Çoban da anlatmış derdini. Peri; “Ondan kolay ne var” demiş. “Karınca padişahına rastlayınca önlerine ekmek atar geçersin. Yılan padişahına rastlayınca da önlerine, et atar geçersin” demiş.

Çoban, peri kızının dediklerinin yapmış. Söylenen yere varıp danayı almış götürmüş padişaha. Padişah, çobanın bu işine şaşırmış. Hemen başka bir görev vermiş.

“Babam öldü. Acaba öbür dünyada nasıldır? Bana ondan haber getireceksin” demiş. Çoban, tekrar peri kızının yanına gitmiş, derdini anlatmış. Peri kızı da “Ondan kolay ne var” demiş. Padişahtan kırk araba odun, kırk teneke gazyağı iste” demiş. Çoban da padişahtan bunları istemiş. Padişah emir vermiş, kırk araba odun, kırk araba gazyağı getirtmiş. Çoban, kendisine söylendiği gibi, odunların üstüne çıkıp istifi tutuşturmuş. Peri kızı kimselere görünmeden çobanı alevlerin içinden kurtarmış. Ateş gece boyu yanmaya devam etmiş. Sabaha karşı alevler sönünce çoban elinde perinin verdiği bir mektupla küllerin içine girmiş kimselere görünmeden. Sabah olunca da küllerin içinden çıkıp mektubu padişaha vermiş. Sözde bu mektup padişahın babasından geliyormuş. Padişah hemen mektubu okumaya başlamış. Mektupta babası; “Beni merak ediyor muşsun. Ben çok iyiyim. Sen nasılsın? Gel buraya da görüşelim” diye yazıyormuş. Padişah çok özlediği babasından haber alınca heyecanlanmış. Tekrar kırk araba odun, kırk araba gazyağı getirtmiş. Odunların üstüne çıkıp istifi tutuşturmuş. Odunlar tutuşmuş, padişah da alevler içinde yanmış kül olmuş. Çoban da rahat bir huzura kavuşmuş (Solak: 57).

Bubrik Bubrik Ne İster:

Yıllar önce Hemşin köylerinden birinde, babaannesiyle her gün ineklerin peşinde giden çoban bir çocuk varmış. Dokuz inek ve bir koyundan oluşan sürüyü sabahleyin alıp dağdaki arazilerinden birine götürürler, akşam hava karanlık olmadan da getirirlermiş. Köydeki birçok çocuk da aynı şeyi yaparmış. Anne ve baba tarlada çalışırken, tarlada çalışamayan babaanneler torunlarını yanlarına alıp çoban giderlermiş. İki gün üst üste gittikleri bir araziye üçüncü gün gitmezler, oradaki otların yeniden büyümesini ve ineğin otlayabileceği yüksekliğe ulaşmasını beklerlermiş.

Arazileri bu şekilde sıraya koydukları için, bugün gittikleri bir yere tekrar on beş gün kadar sonra sıra gelirmiş.

Küçük çobanın ineklerle pek fazla problemi olmazdı. Yanlarındaki koyunun bir gözü kördü, bu yüzden onun adını “kör” koymuşlardı. Aslında ineklerin de isimleri vardı.

Küçük çoban, ineklerden en çok hafif kızılımsı renkte olanını severmiş. Onun adı “nazaboz” muş. Babaannesi de onun bu ineği çok sevdiğini bildiğinden, “oy benim yavrumun yavrusu, bu ‘mozi’ senindir” dermiş. Olgunlaşmış ve süt verecek yaşa gelmiş ineğe buralarda “mozi” derlermiş. Akşam yaklaşırken ertesi gün hangi araziye gideceklerine babaannesiyle birlikte karar verirlermiş.

Kör koyun belki de kabına sığmadığı için bir gözünü kaybetmişti. Onu zapt etmek zormuş. Küçük çobanın, koyunun kör olmadan önceki halini düşünmek bile istememesi bundanmış.

Kendi arazileri yeterince geniş olmasına rağmen bizim çoban onu her defasında ziyana girmiş olarak görürmüş. Göz açıp kapayıncaya kadar kaçıp komşu tarlaya dalarmış. Onu çevirmek için, kör olan tarafından dolanıp elindeki çubuğu öfkeyle sırtına vurup ineklerin otladığı yere kovalarmış. Sisli ve hafif çiseli havalarda ateş yakıp etrafında oturmaya, babaannesinin kesesinden çıkarıp verdiği çam sakızını ağzını şapırdatarak çiğnemeye bayılırmış. Bu keyif çoğu kez kısa sürermiş, çünkü başını kaldırdığında Kör’ün yine ziyana girdiğini görürmüş.

Babaannesi ona sık ağaçların olduğu ormana fazla dalmamasını, hava kararmaya yakınken evden fazla uzaklaşmamasını her fırsat buldukça tembihlermiş. Yıllar önce babaannesi daha küçükken kız kardeşinin bu şekilde kaybolduğunu periler tarafından kaçırıldığım söylermiş. Dünya güzeli, al yanaklı, tıpkı küçük çobanın kız kardeşine benzeyen bir kızmış. Issız bir yerde herhangi birini gördüğünde, onu tamsa bile hemen yanma gitmemesi, çağırsa bile önce ayaklarına bakması gerektiğini bilirmiş. Çünkü perilerin kendilerini karşısındakinin en çok sevdiği kişiye benzetebilme yetenekleri varmış. Ama topuklarının önde, ayak parmaklarının arkada olmasını engelleyemiyorlarmış. Köyde İleriler böyle tasvir edilirmiş ve büyükler çok fazla kulak asmasalar da, çocukların ilk korkuları böyle başlarmış.

Yaylaya çıkma zamanları yaklaştığında, köyde tatlı bir telaş yaşanırmış, inekler süslenir, alınlarına püsküller takılırmış. Küçük çoban da babaannesinden yaylaya götürülme sözü aldığından içi içine sığmıyormuş. Bütün kış ahırda bağlı tutulan inekler yaylaya götürülmeden önce bir iki hafta köyde otlatılır, dışarıya alışırlarmış. Ama iki haftadır yağan yağmur yüzünden değil hayvanlar, insanlar bile kısa aralıklarla dışarı çıkıyorlarmış. O kadar çok yağmur yağmış ki, avluya asılan çamaşırlar bile kurumak nedir bilmiyormuş. “Sacayağı’nı çatı altlarındaki damlalıklara ters Çevirip koymak da çare olamamış. Sonunda köyün çocukları bir araya gelip, “Babra Bubrik” yapmaya karar vermişler. Bu çocuk töreni, uzun zamandır kesilmeyen yağmura son vermeye, güneşli günleri çağırmaya yönelik bir törenmiş. Bubrik, haç şeklinde çakılan tahta veya sopalara kat kat çocuk elbisesi giydirilerek yapılan bir maket çocuktu, iki kişi bu maketin yana açılmış gibi duran kollarından tutar, arkalarında köyün diğer çocuklarıyla bir konvoy halinde kapı kapı dolaşırlarmış. Cıvıl cıvıl çocuk sesleri saatlerce köyde dolanıp dururmuş. Her evin kapısında:

Bubrik bubrik ne ister

Allah’tan güneş ister

Yağ kabından yağ ister

Un kabından un ister

Tuz kabından tuz ister

Yerenin bir koç oğlu

Vermeyenin bir topal kızı olsun

O da düşsün ateşe

Yansın kül olsun

şeklindeki kafiyeli dizeleri yüksek sesle sıralayıp dolaşırlarmış. Topladıkları yağ, peynir, un, yumurta gibi yiyecekleri cami veya ibadethanenin avlusunda yaktıkları ateşte genişçe bir tava veya bakır tencerenin içinde pişirir, bir çeşit yemek yaparlarmış. Bir ellerinde ekmek, diğerinde kaşık, yemeğin bir kısmını yedikten sonra, geriye kalanını her mezarın üzerine birer kaşık olarak bölüştürürlermiş. Mezarlık köyün üç yüz metre kadar uzağındaymış. Çocuklar yalnız gitmeye korkarlarmış. Bu yüzden toplu olarak gidilirmiş. Bu kez nasıl olduysa, küçük çoban eline aldığı kap ile mezarlığın biraz aşağısına gitmiş. Diğer arkadaşları mezarlığın öteki ucunda kalmışlar. Farkında olmadan kendini arkadaşlarından uzak bir yerde bulmuş. Birden tam karşısında, sık ağaçların önündeki çalılığın içinde bir siluet görür gibi olmuş. Yerinden doğrulmuş, gözlerini siluete dikmiş. Sanki karşısında çalılığın arasında duran kız kardeşini görür gibi olmuş. Öyle korkmuş ki, kız kardeşinin neden orada olduğunu bile soramamış kendi kendine. Babaannesinin anlattıkları süratli bir şekilde geçmiş aklından.

Karşısında durduğunu sandığı kız kardeşinin ayaklarına bakmak istemiş, çalılardan dolayı görememiş. Birden elindeki kabı ve kaşığı yere fırlatıp avazı çıktığı kadar bağıra bağıra arkadaşlarının olduğu yere doğru düşe kalka koşmaya başlamış. Onu alıp eve götürmüşler. Yatağına yatırmışlar. Kendinde değilmiş. Sabahleyin uyandığında, pencereden vuran güneş ışığı yüzünü ısıtıyor, gözlerini kamaştırıyormuş. Dışarıda pırıl pırıl bir gökyüzü varmış. Anne ve babası çoktan tarlaya gitmişler, kız kardeşi ise sağdığı sütü süzgeçten geçirmekte olan babaannesini seyrediyormuş. Yaşadıklarıyla ilgili hiçbir telaş yokmuş. Yorgunluktan her tarafı ağrıyormuş. Acaba rüya mı görmüş, gerçekten mi yaşamış? Ama “Babra Bubrik” yaptıklarından kesinlikle eminmiş, çünkü o kapının arkasındaki tahta duvara yaslanmış olarak duruyormuş (Tatar, 2004: 161-165).

Efsaneler

Toplumların düşünce ve inanç yapısını anlatan en önemli kaynaklar sözlü kültür unsurlarıdır. Bir yörenin sosyal yapısı, gündelik hayatı ile o yörede anlatılan efsaneler arasında yakın bağlar vardır. Efsaneler, anlatıldığı yörenin geleneklerini, örf ve adetlerini yansıtmaları bakımından halk kültürünün devamlılığını sağlayan anlatılardır.

Efsanelerde önemli olan olay örgüsü değil, aktarmak istediği düşüncedir. Bu bakımdan efsaneler dinleyene mutlaka ders verir mahiyettedirler. Düşünce ve inançlara tesir etmeleri bakımından efsaneler, aynı zamanda kültürel birlik sağlama aracıdırlar.

Efsanelerin ayırt edici özelliği, gerçek olduklarına inanılmalarıdır. Efsanelerde genellikle olağanüstü motifler yer alır. Bu bakımdan efsaneler masal dediğimiz anlatılara yaklaşır. Buna karşın efsanelerin anlatıldığı ortamlarda bu olağanüstü olayların gerçekliği tartışılmaz; efsanelerde anlatılan olaylar hep bu dünyada meydana gelmiş olaylardır. Efsaneler mutlaka gerçek kabul edilirler.

Efsanelerde mitolojinin konusu olan anlatılara benzer pek çok motif bulunur. İkisi arasındaki ortak yönlerden biri de anlatıların gerçek olduğuna inanılmasıdır. Efsaneler mitlerin modernleşmiş halleri olarak da kabul edilebilirler.

“Efsane” terimi dilimize Farsçadan girmiştir. Farsçada “efsane” ile birlikte “fesane” kelimesi de kullanılmaktadır. Günümüzde Türkçede, efsane karşılığı olarak “söylence” kelimesi de kullanılmaktadır.

Türkçe Sözlük'te “efsane” şu şekilde tanımlanmıştır: “Halkın imgesinde doğarak, ağızdan ağıza dolaşan ve konusu çok defa olağanüstü nitelikte olan hikâye.”

Efsaneleri besleyen, oluşmalarına neden olan kaynaklar Neşe Işık’ın konuyla ilgili çalışmasında mitolojik, tarihi, hayali ve dini kökler olmak üzere dört kategoride incelenmiştir (Işık, 1998).

a) Mitolojik kökler; varlığı ve oluşu açıklanamayan olayları ya da cisimleri açıklama ihtiyacı mitolojik öğelerin efsanelere girmesine yol açar. Hakkında yeterli bilginin olmadığı bir doğa olayı için yapılan açıklamalar zamanla halkın muhayyilesinde hayali unsurların oluşmasına neden olur. İlk yapılan açıklamalara eklenen hayali unsurlarla zenginleşen anlatı zamanla efsane formuna dönüşür. Özellikle gökyüzü olayları, ay ve güneş gibi gök cisimleriyle ilgili olan efsanelerde anlattığımız yapıya uygun mitolojik kökler mevcuttur.

b) Tarihi olaylar halk anlatılarında yöreye özgü değerler ve kahramanlarla ilişkilendirilerek efsane formuna bürünebilirler. Böylece ders verme işlevinin yanı sıra unutulması istenmeyen kişiler de yeni nesillere öğretilmiş olur.

c) Efsaneleri besleyen hayali kökler geçmişte yaşanmış bir olayın kuşaktan kuşağa aktarılırken anlatılan olay olağanüstü unsurlarla zenginleştirilir. Efsanelerde çokça karşılaştığımız doğaüstü varlıklar ve olağanüstü olaylar, anlatılan olaya eklenen hayali unsurlarla ilgilidir.

d) Dini kökler: Efsaneler anlatıldığı toplumun dinî inançlarından motifler taşıyarak dinî inancın anlatılıp aktarılmasında da rol oynarlar. Arapçada, dinî niteliklere sahip olan efsanelere “menkabe” denilmektedir.

Efsaneler toplumun örf ve adetlerini muhafaza ettikleri gibi insanları her zaman iyiye ve güzele yönlendirmeye çalışırlar.

Taş Kesilme Motifli Efsaneler:

Şekil değiştirme motifleri içinde değerlendirilen taş kesilme Anadolu-Türk efsanelerinde çok sık görülen bir motiftir. Taş kesilme motifi bulunan efsaneler ağırlıkla ibret ve ders verme gayesi güder. Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu adlı eserinde taş kesilme motifiyle ilgili efsaneleri inceleyen Saim Sakaoğlu, taş kesilmenin nedenlerini aşk, zor durumdan kurtulma, saygısızlıklar, kötü huylar, Hızır’la ilgili olanlar, değişik taş kesilmeler ve eksik anlatılanlar olmak üzere yedi gurupta toplar.

Nedeni aşk olan taş kesilme efsanelerinde genellikle birbirini seven ancak bir nedenle kavuşamayan kadın-erkekten biri diğerine beddua eder ve bedduayı alan kişi taş kesilir.

Yoluna çıkan bir engel karşısında çareyi Allah’tan taşa döndürülmesini istemekte bulan kişiler de, zor durumdan kurtulmaktan bahane taş kesilmenin örnekleri olarak karşımıza çıkar.

Özellikle aile büyüklerinin sözünü dinlememek en sık görülen saygısızlık örnekleridir. Pek çok efsanede gelin-kaynana arasındaki sürtüşmenin sonu taş kesilmeyle sonuçlanır.

Kibirlenmek, cimrilik ve hilekârlık efsanelerde akıbeti taş kesilmek olan kötü huylar olarak karşımıza çıkar.

Kötü pek çok davranış, insanlara daha çok dilenci kılığında görünen Hz. Hızır tarafından cezalandırılır.

Gelin Kayası Efsanesi: (Gündoğdu)

Rize’nin Gündoğdu beldesine bağlı Veliköy’de “Gelin Kayası” denilen bir taş bulunmaktadır. Kayaya yakın bir yere yol yapılması nedeniyle taş bir hayli zarar görmüştür. Yol yapım çalışmalarının verdiği zararın yanı sıra gelinin eteğine benzetilen taşın kıvrımları da, birkaç gencin içki içip onun üzerinde horon tepmesiyle devrilerek kaymış ve gelin kayası, şeklini tamamen kaybetmiştir.

Bu kaya hakkında yıllardır anlatılagelen efsane şöyledir: Rize’de Rumların yaşadığı dönemde Veliköy’de genç bir kız oturmaktadır. Bir süre sonra istemediği halde bir Rum gencine verilen kız, düğün günü “Allah’ım, beni taş et de, bu Rum genciyle evlenmeme izin verme!” diye dua eder. Bunun üzerine duası kabul olur ve taş kesilir (Oğuz vd. 2007: 75).

Gelin Taşı: (Ardeşen)

Ardeşen’in Duygulu Köyüne gelin gelecektir. Aşçılar yemek yaparlar, bütün hazırlıklar tamamlanır fakat gelin alayı gecikir.

Merakla beklenen gelin alayının yaklaştığı görülünce, yaptığı yemekleri soğuyan aşçı kadın sinirli sinirli ortalıkta dolaşır. Bu sırada ayağı kayar, yemek kazanı devrilir, canı yanar. Bunun üzerine;

“Neredesiniz bu saate kadar, sizin yüzünüzden ayağım yandı. Taş üstünde taş kalasınız inşallah!” diye beddua eder.

Kadının bedduası üzerine gelin ve düğün alayı oldukları yerde taş kesilirler. Taş kesilen gelin ve düğün alayının bulunduğu yere yörede, Gelin Taşı denilmektedir.

Veliler ve Dinî İçerikli Efsaneler:

Veliler, din büyükleri Anadolu insanının her daim saygısına mazhar olmuşlardır. Bu kimselerle ilgili olarak anlatılanlar da yine saygıyla dinlenir. Velilerde görülen kerametler, o kimseye karşı duyulan saygıdan mütevellit dillerden düşmez. Tayyi mekân, tayyi zaman, su üstünde yürüme, insanların içlerinden geçirdiklerini, düşündüklerini anlamak gibi olağanüstü haller velilerle ilgili anlatılarda sık görülen kerametlerdir. Velilere duyulan saygıdan, onların anısına ve özellikle kabirlerine yapılacak bir saygısızlığın çok kötü biçimde cezalandırılacağına inanılır. Pek çok efsanede veliyullahtan olduğuna inanılan biri hastalıklara şifa, dertlere deva getirir. Bazı insanlarda görülen olağanüstü haller o kimsenin veli olduğu inancını doğurur ve olayla ilgili anlatı efsaneye dönüşür.

Hz. Musa Efsanesi: (Ardeşen)

Ardeşen’in yeni yol köyünde iki vadi arasında kalan düzlükteki bir ayak izinin Hz. Musa’ya ait olduğuna inanılır. İnsanlar buraya ellerini sürmeden geçmezler. İzin bulunduğu yere “Mosorut” yani “Musa’nın yolu” derler. Hemen yakındaki bir ağaca da çaput bağlayıp dilek tutarlar.

Ardeşen’in Güneyköy varyantında; Dua Tepesi olarak bilinen tepede, halk cuma günleri namaz kılar. Bu tepeden yaklaşık 400 m aşağıda büyük taşların üzerinde insan ayak izine benzer oyuklar vardır. Bu izlerin Musa peygamberin ayak izi olduğu söylenir. Buradan geçenler, eğilip bu izleri öperler. İzler, patika yolun sonunda bir gölün yakınında son bulur. İzlerin sona erdiği yerde bulunan göl, Hz. Musa’nın karşı kıyıya geçerken boğulduğu göl olarak bilinir (Işık, 1998: 70).

Hasan Dede Türbesi: (Ardeşen)

Ardeşen’in Seslikaya Köyünde yaşayan Hasan dede ölmeden önce kendi mezarını kazdırmaya karar verir. Yeğeni mezarı kazmaya başlar. Çalışırken aklından yayladaki soğuk sulardan içmek geçer. Bu sırada dede yeğenine dönerek, yaylaya çıkabileceğini söyler. Yeğen yaylaya çıkar, döndükten sonra da mezarı kazmayı tamamlar.

Hasan dede çocuklarını çevresine toplayarak, şöyle der:

“Ben ölünce, beni bu mezara gömün. Dört sene sonra mezarımı açın. Eğer, vücudum çürüyüp toprak olmuşsa, mezarı tekrar kapatırsınız. Ama vücudum çürümemişse o zaman türbemi yaparsınız.

Hasan dede ölür, aradan beş-altı sene geçer.

Çocuklan babalarının vasiyetini unutunca, babalarını rüyalarında görürler.

Çocukları önce din adamlarına danışırlar, daha sonra Hasan dedenin mezarını açarlar. Hasan dedenin çürümemiş olduğunu görünce adına türbe yaptırırlar.

Hasan dedenin, Hüseyin adında bir ikizi vardır. Hüseyin dede veli olmadığı halde, onun mezarı da türbenin yanına yaptırılır. Hasan dede bir nedenden dolayı seksen yaşında evlenmiş, bu evliliğinden Süleyman adında bir oğlu olmuştur. Süleyman dedenin mezarı da türbenin yanındadır (Süleyman dedenin de veli olduğu söylenmektedir).

Hasan dedenin türbesi ziyaret yeridir. Burayı çocuğu olmayanlar, hastalar ziyaret etmektedir. İnsanlar, şifalı olduğuna inandıkları için, mezardan aldıkları toprağın suyunu içerler.

Efsanenin Rize’den derlenen bir diğer varyantında; Seslikaya köyündeki bu türbe, I. Dünya Savaşı yıllarında şehit düşen baba ve oğula aittir (Işık, 1998: 48).

Ziyaret Yerleriyle İlgili Efsaneler:

Şekli dikkat çeken taşlar, kayalıklar ve bunlar üzerindeki bazı iz ve şekiller insanların ilgisini çeker ve bu ilgi zamanla efsanelere kaynaklık edebilir. Etrafında efsane anlatılan bu gibi yerler zamanla dilek ve adak yeri haline gelebilirler.

Peygamber İzi: (Ardeşen)

Güneyköy ve Tunca’nın yaylası olan Büyük Yayla’da Dua Tepesi diye anılan tepenin zirvesinde Cuma günleri namaz kılınır. Bu tepeden yaklaşık 400 metre aşağıda büyük taşların üzerinde insan ayak izine benzer oyuklar vardır. Bu izlere peygamber izi derler ve oradan geçenler izlerin olduğu yerleri öperler. Yol üzerinde aşağı istikamette bu izlerden birkaç tane daha vardır. İzler, patika yolun sonunda bir gölün yakınında son bulur. İzleri bırakan peygamberin en son bu göle atlayarak kaybolduğuna inanılır.

Şehitlerle İlgili Efsaneler:

Şehitlerle ilgili efsanelerde dikkat çeken ilk husus, şehide saygısızlık yapanın cezalandırılmasıdır. Efsanelerde şehit bedenleri, uzun yıllar geçse de üzerinden asla çürümez. Bazı efsanelerde şehit mezarı şifa kaynağı olarak anlatılır. Yine birçok efsanede şehit mezarında geceleri ışık görülür. Şehit mezarlarının yakınından arabayla geçenler müzik çalmamaya dikkat ederler. Mezarlıklar yakınında müzik dinlemenin ölülere saygısızlık olduğu, saygısızlık yapanların ise başlarına mutlaka kaza, bela geleceği inancı yörede yaygındır.

Doğal Varlıklar ve Yer ve Sülale İsimleriyle İlgili Efsaneler:

Dağ, göl, akarsu gibi doğal varlıklar hakkındaki efsanelerde bu gibi doğal varlıkların nasıl oluştukları ve bu yerlerde ne gibi olayların yaşandığı anlatılır. İsminin kaynağı kesin olarak belirlenemeyen yer adlarıyla ilgili anlatılar arasında da efsane örnekleri vardır.

“Rize” İsmiyle İlgili Efsane:

Yıllar önce yörede güzelliği, zenginliği ve yardımseverliğiyle halkın sevgisini kazanmış bir kadın yaşamaktadır. Raziye ya da Roza adlı bu kadın bir gün sevgilisi Ali Reis’i Karadeniz dalgaları arasında yitirir. O günden sonra yamaçtaki ormana yaptırdığı bir köşkte yalnız yaşamaya başlar. Gözleri Ali Reis’in yolunu gözlemektedir. Acılarını türkülere döker. Köylüler de onun bu türküleri ile yasa bürünür. Bir gün Raziye görünmez, türküleri duyulmaz olur. Köylüler köşke koşar fakat bir türlü Raziye’yi bulamaz. Sadece, “bütün varımı yoğumu yoksullara dağıtın, gelip buraya ev bark kurun, beni de aranızda yaşatın” yazılı notu bulurlar.

Kısa sürede köşkün çevresinde bir kent kurulur, adına da Raziye ya da Roza denir. Bu ad zamanla Rize’ye dönüşür. Rize’nin ardı arkası kesilmeyen yağmurları Raziye’nin gözyaşlarıdır (Gönen: 93).

“Potomya” İsmiyle İlgili Efsane:

Potomya, Güneysu’nun eski adıdır. Evvelce ilçen merkezinin ortasından geçen bu derenin kenarlarında putlar vardı. Sonradan putları bir kilisede topladılar. Bundan ötürü buralara puthane ve ondan telmihen de Potomya dediler. (Rize Kültür Dergisi: 26)

“Ayder” İsmiyle İlgili Bir Efsane:

Efsaneye göre çok eski yıllarda Tobira (Aşağı Şimşirli) tarafından bir delikanlı, Melivor (Yukarı Şimşirli) tarafından bir kızla sevdalık yapar. İyi birer avcı olan delikanlı ve kız sık sık ava çıkıp beraber vakit geçirirler. Kız, amansız bir hastalığa yakalanıp yataklara düşer. Hiçbir ilaç kıza derman olmaz. Büyücü bir kadın tedavi için değişik otların bulunmasını isteyince delikanlı atına atlayıp dağlara düşer. Şifalı otları ararken önüne bir ceylan çıkar. Ceylanı okla vurur. Vurulan ceylan yaralı da olsa kaçar. Karanlık çökene kadar kan izlerini takip eder. Bir süre sonra ay doğar ve etraf aydınlanır. Avcı tekrar iz sürmeye başlar. Yaralı ceylanı buharların çıktığı küçük bir gölde suyun içinde yatarken görür. Avcıyı fark eden ceylan hiçbir şeyi yokmuşçasına sudan fırlayıp kaçar. Avcı ceylanın yaralı ayağını buhar çıkan sıcak suyun iyileştirdiğini anlar. Sevdiği kızın durumu aklına gelince ot aramayı derhal bırakıp köye döner. Olayı anlatır. Ona “Bu şifalı su nerede?” diye sorulunca “Ay çıkmıştı, ay ışığında buldum.” diye cevap verir. Bu olaydan sonra suyun olduğu yere “Aylı Dere” denmiş, bu isim zamanla kısaltılarak “Ayder”e dönüşmüş (Hiçyılmaz, 2017: 161).

Kürken Ağa Efsanesi:

Güneysu deresini besleyen iki dereden biri Gürgen vadisinde diğeri ise Kanboz vadisinden akar. Her iki vadide de uzun yıllardır yerleşim vardır. Gürgen ve Kanboz adlarının nereden geldiğiyle ilgili de bir efsane vardır.

Yavuz Sultan Selim döneminde Rize’nin iç kesimlerine yoğun şekilde Türk göçleri olmuştur. Kürken Ağa, Tebriz tarafından bölgeye gelen Türkmen kabilelerinden birinin başıdır.

Kürken Ağa, Türkmen muharip güçlerinin bir bölümünü çevreyi ve vadinin yukarılarını keşif amacıyla gönderir. Geri gelen muharipler vadinin ıssız olduğunu ancak yukarda Setoz (Ortaköy) adıyla bir yerleşim yeri bulunduğunu ve Hıristiyan olup, Rumca konuştuklarını söyler. Kürken Ağa sürüleri ve çadırları ile birlikte günümüzde Gürgen denilen mıntıkaya yerleşerek kendi adı ile anılan ilk Türkmen yerleşimini kurar. Dokuz oğlu ile buraya yerleşen Kürken Ağa’nın oğullarından Kanıboz, obadan ayrılarak kendi adıyla anılan Kanboz köyünü kurar. Sarı Ali, Peçe Ali, Bostan, Kara Ali Askoroz vadisinin her iki yakasında iskân edilirken, diğer üç oğlu üç çadır halinde boş olan ve Mirakaloz mahallesindeki Karamahmutoğulları'nın mezrası olan bugün Veliköy olarak adlandırılan yere gelerek çadırlarını kurarlar. Karakurt, Karahasan ve Memi adlı üç kardeş buraya Velâ derler (Taşpınar, 2004: 709,710).

“Arapdüzü” İsmiyle İlgili Efsane: (Güneysu)

Günümüzde mesire alanı olarak kullanılan Arapdüzü, Güneysu ilçe merkezine yaklaşık 15 km mesafededir. Arapdüzü adının kayağıyla ilgili efsane şöyledir: Çok eski yıllarda Erzurum bölgesinden gelen kervânlar, sarp dağ ve yaylaları aştıktan sonra denize varmadan önce son kez burada konaklıyorlardı. Bu kervânlardan biriyle bölgeye zengin bir Arap kızı, Gürgen ile Setoz vadilerine hakim olan bu sırtı kazdırarak genişleterek tüm kervânın istirahat edebileceği hale getirir. O gündür bu gündür bu sırta Arap Düzü denilmiş.

Sülale İsimleriyle İlgili Bir Efsane:

Ali, Hasan ve Mustafa adlarında üç kardeş Tonya’dan Güneysu’ya gelirler. Güneysu’ya yerleşen bu üç kardeş Yılan Yokuşu denilen yerde görülen büyük bir yılanı öldürmeye kalkarlar. Sonunda yılanı öldürürler. Yılanla yaptıkları boğuşma sırasında kardeşlerden Ali, kambur kalır; Hasan delilenir; Mustafa ise hevil (havale) geçirir. Bu olaydan sonra Kambur Ali, Deli Hasan ve Hevil Mustafa adlarıyla anılmaya başlarlar. Bu üç kardeşin soyundan gelenler de Kamburoğulları, Delihasanoğulları ve Havuloğulları adlarıyla anılırlar.

Pilav Dağı Efsanesi:

Haremtepe Köyünün Madenli'ye bakan tarafında Pilav Dağı adında yüksek bir dağ vardır. Efsaneye göre İstanbul Boğazı açılmadan önce dağın etrafı denizle kaplı idi. Sular Büyükdere yönünden Haremtepe eteklerine kadar gider, yerden 150 metre kadar yükseklerde bulunan kayalara çıkardı. O zamanlar gemiler buralara kadar gelir, Palamar adı verilen kayalıklardaki demir halkalara bağlanırdı. İstanbul Boğazı açılınca sular çekildi. Demir halkalar da görünmez oldu. Bu halkaların bulunduğu yerde Kataraklı ya da Katarahlı Deresi akardı.

Pilav Dağı adının dikkate değer bir hikâyesi vardır. Çayeli'nin Yenipazar Mahallesi'nde, Pazarbaşı'ndan yukarıya doğru dik olarak çıkan yolun üzerindeki tepeye “Dancim'in Tepesi” denir. Burada oturan Dancim, Cinanoğlu Ali Efendinin kardeşi ya da amcasının oğlu imiş. Dancim'in şeyh ya da erenlerden olduğu söylenir. Dancim, Pilav Dağı'na çıkar, pilav pişirirmiş. Dağın adı oradan kalmış.

Dancim hakkında başka hikâyeler de anlatılır. Dancim'in büyük bir değneği varmış. Dancim bu değnekle açık havada daire çizer, sonra ortasına geçer: “Allah... Hu...” diye zikir eder, arkasından değnekle çizdiği dairenin ortasında otururmuş. Yağmur yağdığı zaman onun çizdiği dairenin içine su düşmezmiş (Kazmaz, 1994).

Pehlivantaşı Mahallesinin Adıyla İlgili Efsane:

Bugün Pehlivantaşı Mahallesi adıyla bilinen yerde zamanında çok ağır bir kaya vardı. Kimse bu taşı yerinden kaldıramadığı için de mahalleye pehlivantaşı denir (Kazmaz, 1998: 269).

Hala Deresi Efsanesi: (Pazar)

Zamanın birinde kendisine yurt tutup oturacak yer arayan bir aile, Ayder yolu üzerinde boş bir yer bulur ve oraya yerleşir. Aradan yıllar geçer. Bir gece derenin karşısında zayıf bir ışık görürler. Uzun zamandır yalnız yaşadıkları bu yerde bir komşu sahibi olmak onları sevindirmiş. Tanışmışlar. Kendilerinin Hala isimli bir kızları vardır, komşunun da bir oğlu. Oğlanla kız zamanla birbirlerine âşık olup, nişanlanırlar. Oğlan evlenmek için para kazanmak üzere gurbete gider. Gidiş o gidiş. Oğlandan üç dört sene ses seda çıkmayınca umut kesilir. Kız bir başkasıyla nişanlanır. Düğün hazırlıklarına başlanır. Tam düğün gününde oğlanın gurbetten döndüğü haberi düğün evine ulaşır. Kız bunu duyunca eski sevgisi yeniden alevlenir. Gelinliği ile düğün evinden koşa koşa çıkar. Yolunun üstündeki dere geçilecek gibi değildir. Ama o heyecanla kendini dereye atar. Dereyi karşıya geçmeyi başaramaz. Suyun akıntısı alıp götürür Hala Gelini. Bu olaydan sonra derenin adı Hala Deresi, köyün adı da Hala Köyü olur (http://biriz.biz/rize/mashikaye.htm).

Hala Deresi ile İlgili Bir Diğer Efsane:

Semerkant tarafından bir kabile, dağları aşıp yöreye gelir. Kabile reisinin “Hala” isminde güzeller güzeli bir kızı vardır. Bu kabile Kaçkar Dağlarını aşıp öncelikle

Kavrun Yaylası’na yerleşir. Sonra da şimdiki Hala mevkiine kadar inerler ve buraya temelli yerleşirler. Gelenlerin arasında “Varto” ve “Bali” adında iki avcı vardır. İkisi de reisin kızı Hala’ya âşıktır. İkisi birden reisin kızına talip olunca, reis bir yarışma düzenler. Okunu Hala’nın Semerkant işlemeli küpesinden geçirebilen, kıza sahip olacaktır. Yarışmayı Bali kazanır, zaten Hala da Bali’yi sevmekteymiş. Kızın babası yüksek miktarda başlık parası isteyince Bali parayı tedarik etmek için Türkistan’a gurbete gider. Bali’den yedi sene haber alınamaz, sonunda öldüğü haberi gelir. Bu habere dayanamayan Hala gece yarısı kendini dereye atar. Bali bir gün gerekli parayla birlikte çıkagelince babası “Ben kızımı dereye verdim, hem de hiç başlık almadan,” der. Bunun üzerine Bali de aynı şekilde dereye atlayarak canına kıyar. Bu olaydan sonra dereye herkesçe “Hala Deresi” denmiş (Hiçyılmaz, 2017: 143).

Molaçveri: (Ardeşen)

Zengin ailenin kızı Nazlı ile Ali adlı delikanlı birbirlerini severler. Nazlı’nın babası kızını Ali’ye vermez. Nazlı ile Ali anlaşarak kaçarlar. Günlerce aç, susuz kalırlar. Bir gün köyün deresinden geçerken dereden su içerler. Su içtikten sonra “Dağı duman burusun, bu dereler kurusun” diye ah ederler ve dere kuruyuverir. Nazlı’nın babası ve adamları, Nazlı ile Ali’yi “Molaçveri” denen yerde bulurlar. Birbirine sarılan iki sevdalı korku içindedirler. O an ağızlarından çıkan nefesleri alev olur ve tutuşurlar. Sevdalıların yanıp kül olduğu yere “yanmış yer” anlamındaki Molaçveri denmektedir.

Bitki ve Hayvanlarla İlgili Efsaneler

Çam Sakızı:

İnanışa göre Hz. Muhammed terleyince alnındaki teri sıyırıp çam ağacına doğru atmıştır. Bundan sonra çam ağacından sakız akmaya başlamış.

Çam sakızı, Peygamberin alın terinden oluştuğu için her derde deva kabul edilir.

Kendir Otu:

Kaynanasını sevmeyen kadın hastalanır, yemekten içmekten kesilir. Eşine, kaynanasının yüreğini getirirse iyileşebileceğini söyler. Adam ne eşinden ne de annesinden vazgeçebilir. Karısının ısrarları bitmeyince annesini ıssız bir yere götürüp öldürür. Elinde annesinin yüreğiyle eve dönerken ayağı kayıp düşer. O anda, oğluna acıyan annesinin “eyvah” diyen sesini duyar. Adam yaptığına çok pişman olur. Allah’tan hak ettiği cezayı ister. Adam oracıkta ölür. Öldüğü yerde kendir otu biter. O günden beri kendir otunun başından tokmak hiç eksik olmaz (Işık, 1998: 137).

Olağanüstü Varlıklar ve Olaylarla İlgili Efsaneler:

Doğu Karadeniz bölgesinde anlatılan efsanelerde Cazı, Dağ Adamı, Hobur, Arap, Mayısa, Albastı, Koncoloz, Davaro, Cika, Cin ve Periler gibi olağanüstü varlıklara çok sık rastlanır. Kötü kimselerin öldükten sonra hortlak çıkacağına, oburun kefeni sırtında mezarından çıkarak evinin karşısına gelip gürültü yaptığına, tereklerdeki soğanları yere döktüğüne inanılır. Böyle durumlarda “obur yerine git, yerine git” denilmesi halinde oburun yerine döneceğine, ondan kurtulmak için de mezarına pelit kazığı ile bir sepet çakılması gerektiğine, soğanın, sarımsak, turp gibi bazı kötü ruhlara karşı etkili olduğuna inanırlar. Obur, Hemşin yöresinde “ubur” olarak anılıp, hayatta iken kötülükler yapmış yaşlı kadınların öldükten sonra toprağın kabul etmemesi nedeniyle sık sık mezarlarından çıkarak eski yerlerinde çığlıklar atarak dolaştığına inanılır. “Hortlak” veya “uburun” cezalandırıldığı için Allah tarafından ayaklarının altına ateş koyulduğuna, obur ve hortlağa silah işlemediğine, kendisini görenlerin üç defa “Urum eline!” diye seslenmeleri halinde güneş doğmadan mezarına döneceğine yaygın olarak inanılmaktadır (Yaltırık, 2013: 199).

Koncoloz, Hemşin yöresinde varlığı bilinen bir kara iyedir. Kısa ve iri yapılı her tarafı kıllarla bir yaratıktır. Yılın son ayının son haftası ile ilk ayının ilk haftasında görülür özellikle yiyeceklere ve ambarlara musallat oluşu ile bilinir. Karadan nefret ettiği için onun çıkacağı zamanlar ambar kapıları kömürle karartılırdı. Daha ziyade ikindiden sonra ve gece insanların karşısına çıkar ve demir dili yün tarağı/tapul tarağı ile insanlara zarar verdiğine inanılır. Korunmak için onun sorularına içerisinde kara kelimesi geçecek şekilde cevaplar verilir.

Halk anlatılarında cinlerin daha çok ırmak yakınlarında, ıssız yerlerde ve terk edilmiş evlerde yaşadıkları anlatılır. Anlatılarda cinler, en çok şekil değiştirme özellikleriyle yer alırlar. Cinler ve periler insanlara insan suretinde görünebildikleri gibi yılan ve kurbağa gibi sürüngenler şeklinde de görünebilirler. İnsan suretinde görünen cinlerin ayakları geriye dönüktür. İnsanlar onları en çok bu özelliklerine bakarak tanırlar. Bazı efsanelerde cinlerin insanlarla ilişkiyi girebildiği hatta insanlarla evlenip çocuk sahibi olabildiklerini görürüz.

Doğu Karadeniz’in yüksek yamaçlardaki evler birbirlerine uzak mesafelerdedir. Otomobillerin geçebileceği genişlikte yollar yapıldıktan sonra evlerin arasındaki mesafeler de kapanmaya başlamıştır. Eski zamanlarda bu evlere ulaşım dar patika yollardan yapılıyordu. Aydınlatmanın da yeterli olmadığı dönemlerde, gece karanlığında ağaçlarla kaplı patika yolların tekinsiz ortamı, bölgede yaşayan insanların, içinde doğaüstü varlıkların da yer aldığı zengin bir imge ormanıydı.

Çay tarlalarının yaygınlaşmasından önce mısır ekimi ve buna bağlı olarak değirmencilik faaliyeti bölgede çok yaygındı. Köylülerin eylül, ekim aylarından itibaren un öğütmek için değirmenlerde gece yarılarına kadar sıra beklediği olurdu. Sırtında öğütülecek mısır çuvalıyla, gecenin karanlığında akarsuların yakınında bulunan değirmenlere gidip gelen köylüler hem bu yollarda hem de değirmen için sıra beklerken, içlerinde cin, peri ve başka varlıkların da yer aldığı anlatıları bizatihi yaşarlardı.

Cin Adaleti: (Fındıklı)

Bu efsane 1933 yıllarında Rize ili Fındıklı ilçesinde meydana gelen bir olaya dayanır. Bu olayda Erkan isimli bir kişi geceleyin evine dönerken bir yılana rastlar. Korkarak yerden aldığı bir sopayla yılana vurur; yılan kaçarken kendisi de oradan hızla uzaklaşır ve evine döner. Gecenin ilerleyen saatlerinde evinin kapısı şiddetli bir şekilde çalınır ve ardından kapıyı açar. Karşısında, köyün jandarma komutanı ve askerler durmaktadır. Jandarma komutanı Erkan’a bir yaralama olayına karıştığını ve acele olarak kendileriyle birlikte karakola gelmesi gerektiğini söyler…

Götürüldüğü yerde bir mahkeme salonu, jandarma askerleri ve kendisinin de sima olarak bildiği mahkeme hâkimi hazır şekilde bekler. Hâkim kendisine sorar: “bu akşam kime vurdun, kimi yaraladın” diyerek ısrarlı bir şekilde tekrar tekrar aynı soruyu sorar. Epey bir düşündükten sonra, bu akşam kimseye vurmadığını; sadece bir yılanın aniden önüne çıktığını, korkuyla yılana sopayla vurduğunu söyler. Bunun üzerine hâkim oraya topallayarak gelen kişiye neden yılan kılığında insanların önüne çıkıyorsun diye azarlar ve bir anda ortamda ne mahkeme salonu, ne hakim ne de jandarma kalır. Her şey yok olmuş, Erkan bilinmeyen bir dağın tepesinde, dikenlerin arasında kalmıştır. Evine ise çok zorluklar içerisinde sabaha karşı ulaşır. Durumu hanımına anlatır ve uzunca bir süre evinden dışarı çıkmaz (Nar, 2014: 55-77).

Cazi Babaanne:

Gelin, kocası ve kaynanası aynı eve mutlu şekilde yaşarlar. Gelinin nur topu gibi bir çocuğu olur. Zavallı anne ve baba daha sevinçleri kursaklarında iken iki gün geçmeden bebek, ağzı kan revan içinde ölür. "Allah'ın emri ne yapalım" diyerek anne-baba çocuğu mezara koyarlar. Yıllar sonra ikinci çocukları olur. Bu çocuk da aynı şekilde ölür. Artık anne baba ne yapacaklarını şaşırırlar. Yıllar sona üçüncü çocukları dünyaya gelir. Çocuğun annesi bu defa bebeğini gözünün önünden ayırmaz. Lohusa halinde yatağında uyurken bir örümceğin bebeğe yaklaştığı fark eder. Eliyle örümceği öldürmek ister. Bir bacağı kırılan örümcek bebeğin yanından uzaklaşmış. Uyku halindeki anne de artık ölür diye örümceği bırakır. Kadın her zamanki gibi sabah aynı saatte kalkıp, ahırdaki hayvanları bakmaya gider. Döndüğünde kaynanasının hala kalkmamış olduğunu görür. Hâlbuki kaynanası her zaman ondan çok daha önce kalkar ve ateşi yakarmış. Vakit epeyi geçince gelin kaynanasının odasına gidip halini sorar.

Kaynana:

- Hastayım gelinim, kalkamıyorum, der.

Kaynana ayağa kalkmak için doğrulunca, ah bacağım feryadı ile tekrara yatağa düşer. Gelin durumu anlamış, eşine de anlatmış. Sonunda, o nur topu gibi bebeklerin ciğerini kazıyıp kanını içenin bu kaynana olduğu, kaynananın gerçekte örümcek şekline bürünen bir cazı olduğu ortaya çıkmış.

Karakoncula:

Kara koncula / Kara koncoloz, yörede karakış anlamında kullanılır. Kışın en soğuk ve en çok kar yağan dönemidir. Bu mevsimde dışarda gezmenin tehlikesini telkin edebilmek için çocuklara şöyle bir öykü anlatılır:

Kara koncula korkunç bir canavardır. Yolda karşılaştığı insanları önce bir sınavdan geçirir. Sınavı kazananları serbest bırakır, sınavı kaybedenleri öldürür. Sınavı kazanmak için bütün sorularına “Kara” ile başlayan cevaplar vermek gerekir. Karşılaştığı insana şöyle sorar:

– Benim adum Kara Koncula, senun adun nedur?

– Benum da adum Kara Ahmet

– Nereden celursun?

– Kara yerden

– Nereye gidersun?

– Kara yere

– Ne yemeği yersun?

– Kara lahana

– Ne yemiş yersun?

– Karayemiş.

Sınav bu sorularla devam edermiş. Sınavı kazanırsan kurtulursun ve sana:

“Haydi cule cule” der ve seni uğurlarmış.

Kemençe ile İlgili Efsane:

Rize’de yaşayan iki aileden birinin oğlu, öbürünün kızına sevdalanır. İki sevdalı kavuşacakları günü düşünüp, düşler kurarken ailelerin arası açılır. Gençler bir türlü ailelerine söz geçiremezler.

Sonunda kavuşma umudunun azaldığını görünce ormana kaçarlar. Aileleri peşlerini bırakmaz. Bir koruluğun kıyısında gençleri kıstırırlar. Kurtulamayacaklarını anlayan gençler, kucaklaşır, birlikte yakarırlar: “Bizi bunlardan kurtar Allah’ım. Dar olup bölüşelim, saz olup söyleşelim.”

Az sonra köklenmeye, dallanıp budaklanmaya başlarlar. Son bir gülücükle birbirlerine sarılırlar. Kız limon, oğlan servi ağacına dönüşmüştür. Bir süre sonra limon ağacından kemençe, servi ağacından yay yapılır. Bir araya gelince saz olup söyleşir, söz olup aşklarını dile getirirler. Böylelikle sonsuza dek kavuşmuş olurlar. Günümüzde en iyi kemençenin limondan, yayın serviden yapılması bundandır (Yurt Ansiklopedisi: 6423).

Kemençe ile ilgili efsanenin Fındıklı ilçesinde anlatılan varyantında oğlanın büyükbabasının ismi Alazan, kızın büyükbabasının ismi ise Hamşin’dir (Yazıcı, 1984: 57).