GİRESUN HALK KÜLTÜRÜ

Sözlü Edebiyat

Adlandırmalar

İnsan İsimleri

15 ve 16 yüzyıllarda Giresun ilinde Müslümanlar arasında en fazla kullanılan erkek isimleri: Mehmed, Mustafa, Ahmed, Ali, Hasan, Hüseyin, Abdullah, Ömer ve Osman’dır. Bölgede yer alan Sünni köylerinin büyük çoğunluğunda Ömer, Osman, Hasan, Hüseyin gibi isimler kullanılmaktadır. Alevi-Çepni köylerine baklığımızda ise Hasan, Hüseyin, Ali gibi isimlerin kullanılmakla beraber Ömer, Osman gibi isimlere çok sıcak bakılmadığı görülmektedir ( Küçük, 2011: 409).

Aynı dönemde en çok kullanılan kadın isimleri ise: Emine, ‘Âişe, Fatıma, Havva, Zeynep, Şerife, Hayriye, Zehra, Zahide’dir. İngilizce ve Almanca gibi batı dillerinin aksine Türkçede sıfatlar isimden önce kullanıldığı için lakaplar da isimden önce söylenir; “Demirci Ahmet,” “Topal Osman” gibi.

Yörede sürekli kız çocuğu doğuran kadın, şansı dönsün, bundan sonraki erkek doğsun diye doğan kızına Sefine adını verir. Dursun ismi, çocuğu ölen ailelerde, çocuğa yaşaması için verilir. Yaşar ismi de aynı niyetle çocuğa verilen isimlerden biridir.

Geçmiş asırlarda Giresun ilinde yaşamış gayri müslim ailelerde en çok kullanılan isimler şöyledir (Karaman, 1999: 177): Serkiz, Manuk, Karabet, Agob, Meryem, Vartan, Ohannes, Bedros, Panayut, Ohan, Makdis, Lusi, Haci, Todori, Lazari, Yani, Kostanti, Yorgi, Anastas, Artin, ve Sofıya.

Lakaplar

Lakaplar daha çok kişinin veya babasının yaptığı iş (berber, neccar, dülger gibi), ayırt edici fiziksel özellikler (kısa boylu olana “kopça,” uzun ve zayıf olana “keçemen,” aksak olana “topal” denmesi gibi) ve kişilerin sevdiği, çok sık yaptığı işlerle (sevdiği yemekten ötürü insanlara “tatlıcı,” “çorbacı” gibi adlar lakap olabilir) ilgilidir. Bunlardan başka renk isimleri (sarı, kara) ve statü belirten imam, hacı, ağa gibi unvanlar da lakap olarak kulanılmıştır. Sülale isimleri de lakap olarak kullanılır. Çepniler arasında lakap yerine ayama sözcüğü de kullanılır.

Unvanlar

Aile fertlerine hitaplarda kadınlar için hanım ve hatun ifadeleri kullanılır.

Osmanlı döneminde müslüman erkekler için sıfat olarak “hacı;” gayrımüslimler için ise “heci” kullanılırdı (Bal, 2014: 148).

Yer Adları

Giresun adının kaynağı şehrin eski ismi olan Kerasountos / Kerasous’tur. Bu sözcüğün kaynağı ise Antik dönemde Türkiye coğrafyasında konuşulan dilde kiraz anlamına gelen Kerasa’dır. Kerasa sözcüğü Yunan kolonicilerinin lisanında Kerasountos / Kerasous’a dönüşerek şehre ad olmuştur (Umar, 1993: 419-420). Bir başka rivayete göre, sahil şeridinin bir yarımada gibi denize uzanmasıyla ortaya çıkan “boynuz” şeklindeki görüntü nedeniyle, şehre boynuz manasına gelen Keras denmiş ve şehir bu adla anılmıştır. Türklerin bölgede hâkimiyetinden sonra “Kerasus” adının Türkçe söyleyiş etkisi ile “Giresun” şekline dönüştüğü anlaşılmaktadır (Tekin ve Cantürk,2017: 100).

Çanakçı ilçesi sakinleri eski zamanlardan beridir ahşaptan ev ve mutfak aletleri, eşyaları imal ederler. Bu nedenle ilçeye “Çanakçı” denilmiştir. İlçenin ismiyle ilgili bir rivayet ise şöyledir; ilk olarak 1865 yılı civarında bölgede bir pazar kurulmuş. Maden Pazarının kurulmasından rahatsız olan birisi insanların topluca hareket ettiklerini jurnaller. Durumu tetkik etmek üzere bölgeye bir heyet gönderilir. Teftiş neticesinde mahsurlu bir olmadığı anlaşılır. Teftişe gelen heyette bir yüzbaşı vardır. Bu asker Tekirdağ’ın Çanakçı köyündendir ve bu sebeple bölgeye “Çanakçı” denmiştir (Kutlu, 2011: 52).

Keşap ilçesi Keşap deresinin etrafında kurulmuştur. Keşap adının keş-suyu, suyu kekremsi anlamındaki Farsça sözcükle ilişkilendirilmiştir. Buna sebep de bölgeye İran’ın kuzeyinden gelen Türkmenlerdir (Yüksel, 2016: 35-36).

Tirebolu ilçesinin adı, Yunan dilinde üç kent anlamına gelen tripolis’ten gelmektedir.

Görele adının daha önce Korala, Kuralı, Kurale, Kuralla olduğuna dair bilgiler olmakla beraber Bilge Umar Görele adına kaynak olan Coralla sözcüğünün Luwi dilinden kaynaklı olduğunu ve çıkıntı, çıkıntılık anlamına geldiğini belirtir (Umar, 1993: 293). 

Eynesil isminin kökenine dair çeşitli iddialar olmakla birlikte Mevlüt Kaya’nın tespiti şöyledir: “Türklerin, Eynesil’in adını buraya gelen Türk beyi Eyne’den esinlenerek verdikleri, gerçeğe en yakın sonuçtur.

Bölgeye ait ilk Osmanlı tahriri olan 1486 kayıtlarında, buranın adı “Eynesil” değil, “Eynesi karyesi” olarak geçmektedir. Kısacası adın orijinal hali Eynesi’dir. “Nesil” güzellemesi sonradan ortaya atılmıştır” (Kaya, 2017: 207).

Şebinkarahisar civarında kökeni Türkçe olmayan yer adları (Kösi Kovana, Alucara, Gavezit Mindavel) bu yerlerin Osmanlı Devleti’nin bölgede hakimiyet kurmasından evvel yerleşime açıldığını göstermektedir. Bunun benzeri birçok yer adı, bölged yüzyıllar evvel yaşamış olan insanların bıraktığı izlerdir.

Harşit adı, “güneşin en sıcak olduğu yer” anlamına “Hûrşîd”den; bir diğerine göre “diken, çalılık” anlamına “har” ve “taşlık, çakıllık” anlamına “şit” kelimelerinin birleşiminden gelmedir. Bilge Umar ise Honigmann’dan naklen Harşit çayının Bizans çağındaki adının “Kharşut” olduğunu, menşeini ve anlamını saptayamadığım söyler (Ünlü, 2016: 7).

Atasözleri

Acı soğan kabuğunu acıtır.

Aç doymam, tok ölmem sanmış.

Ağaç dalıyla, insan dölüyle gürler.

Akranı ile uçmayan kuşun sesi tavadan gelir.

Al zengin kızını döndürsün babasının evine, al fakir kızını göndersin babasının evine.

Allah dertsiz baş, yarasız ağaç yaratmaz

Aman diyene kılıç kalkmaz.

Aş taşınca kepçenin bahası sorulmaz.

At murat, katır devlet, eşek kısmet, deve ise gurbettir.

Ata arpa, yiğide arka gerek.

Ata dost gibi bak, düşman gibi bin.

Atası neyse ötesi odur.

Atı görüp aksar, suyu görüp susar.

Atla avrat emanet verilmez.

Atta, avratta yurtta meymenet vardır.

Aynayı düz bırak, bakmaya yüz bırak.

Azığını evden, arkadaşını köyden al.

 

Baba zenginliği para etmez.

Babalı oğulla, kocalı karıyla iş olmaz.

Ben umuyorum bacımdan, bacım ölüyor acından.

Bin ahmak olmayınca bir akıllı geçinemez.

Bir iğne deliği koca fıçıyı boşaltır.

Boğaz dediğin dokuz kertiktir.

Bokçu itin yavrusundan avcı olmaz.

Boş çuval dik durmaz.

 

Cahil sofu şeytanın maskarasıdır.

 

Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme.

Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez.

Çalıştığın bana ise öğrendiğin sanadır.

Çekiç yemeyen taş, yapıya uymaz.

Çok taş kaldıran, ya yılana ya çıyana.

 

Dal ağacı gösterir.

Daldaki fındık cepte harçlık olmaz.

Deli gelmeden yeli gelir.

Deme dostuna, der dostuna; ikisi birlenip saman teperler postuna.

Devrilen kazanın kıçı kara olur.

 

Ebe çok olursa oğlan boğulurmuş.

El atına binen köy ortasında iner.

Eldeki bir kuş, daldaki iki kuştan iyidir.

Elden öz, kızılağacından köz, fındık dalından saz olmaz.

Elin tavuğu ele kaz, fındığı da koz görünür.

Emanetin canı cebindedir.

Emek, emek olsaydı sarı öküze bıçak değmezdi.

Erinenin harmanına kar yağar.

Erken kalkmayan avrat, söz dinlemeyen evlat, mahmuzla giden at kapında varsa kaldır at.

Eski düşman dost olmaz, it derisi post olmaz.

Eşeğe semeri ağır gelmez.

Eşek Kabe’ye gitmekle hacı olmaz.

 

Gafil kuşun avcısı çok olur.

Gelin bildiğini işler, kaynana dilini dişler.

Güneşli havada köpekle oynama, yağmurlu havada üstünü pisletir.

Güzelin köyü sorulmaz.

 

Her iş olur da kösenin sakalı bitmez.

Hırsız evden olursa kapı kös(kilit) tutmaz.

Horona giren kıçını sallar.

Huylu huyunu teneşirde bırakır.

 

Irız elden çıkınca uçkur dokuz yerden kopar.

 

İki kaptan gemiyi batırır.

İtin arkadaşlığı köyü görene kadar olur.

 

Karnındaki değil; sırtındaki görünür.

Koça kuyruğu yük olmaz.

Köpeğe gem vurma, kendini at sanır.

Kurumuş bok üzerine su dökülmez.

 

Mal arttıkça tamah artar.

Misafire kalk git demezler, atının yemini keserler.

 

Ocak içinden tutuşur.

Olan el titremez.

Oturmam diyen minder çürütür, yemem diyen sofra kurutur.

Oyun bilmeyen, davulcuyla zurnacıya bağırır.

 

Ölenin sahibi çoktur.

Ölen inek sütlü olur.

Ödünç mal güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir.

 

Pay edene pay kalmaz.

Poşayı paşa yapmışlar, babasını asmış.

 

“Sen bilirsin” dedin mi değirmende kavga olmaz.

Sineğin balı, tembelin malı olmaz.

Sirkeyi, sarımsağı hesaplayan paçayı yiyemez.

Sonradan görmüş dininden dönmüşe benzer.

Su bulanmadan durulmaz.

Suyu nereye bağlarsan oraya akar.

 

Talihini kuşta değil, işte ara.

Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz.

Tavşanı tazı tutar, çalımı avcı satar.

 

Uzaktaki dosttan yakındaki düşman yeğdir.

Üveyden öz olmaz, çalıdan köz olmaz.

 

Yağlı kıça kuyruk sürten çok olur.

Yatan öküze saman verilmez.

Yıkılan ağaca kafa tutan çok olur.

 

Zehirden şifa, kahpeden vefa olmaz.

Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düzde yolunu şaşırır.

Tekerlemeler

Türkiye’de geçimini toprak ve hayvancılık ile sağlayan halk için yağmur çok önemlidir. Topraktan mahsül alabilmek ve hayvanların beslenebilmesi için yağmura ihtiyaç vardır.

Havanın kurak gittiği zamanlarda yağmur yağması için hem çocuklar hem de yetişkinler tarafından tekerlemeler okunur (Kobya,2014: 384-419).

Yağ yağ yağmur

Teknede hamur

Tallada çamur

Ver Allahım ver

Sellice yağmur

...

 

Bir eşim fındık

Bir eşim fıstık

Yattım yatarım

Tuttum tutarım

Dalda kargalar

Dalı yırgalar

Yerin alaçık

(oyuncunun ismi söylenir) sen çık

...

 

Çocuk Severken Söylenen Bir Tekerleme

Gıdı gıdı mağarası (gıdı)

Yumurta sepeti (çene)

Aşçı dükenı (ağız)

Hor hor çeşmesi (burun)

Aynası (göz)

Sürmesi (kaş)

Dik bayır (alın)

Bitli çayır (saç)

...

 

Kepçegelin ne ister

Kaşık, kaşık yağ ister

Gökten çok rahmet ister

Yerden bereket ister

Ver Allahım ver, bir sürü yağmur.

...

 

Teknede hamur

Tarlada çamur

Başımızda kalbur

Ver Allahım ver

Beş gün, beş gece yağmur

 

Giresun Çepnilerinden alınmış farklı bir tekerleme örneği:

Bu destanı ben yazdım

Bir Cuma gecesi

Bu yazım olsun sana

Bir gönül eğlencesi

Ey benim biricik kardeşim,

Değeri sağlam ciğeri bazen kederli bazen şekerli, yüz bin altın kıymetli, yedi batman kabiliyetli, dokuz Amerikan çikletli, canlar arası, gözler karası, yanak polisi ,yüzük halkası, avuç ortası, ördek yumurtası, sefer tası. Menekşe kokulu, esas yapılı, sol kolunda saat takılı, arkadaşım. Hasta oldum doktor bana şu ilaçları yazdı. Bu garip memlekette bulamadım. Yanlış anlama. Anteşe eşek arısı, iki tane Çingene karısı, beş kilo kaymak, beş şişe konyak bir de her yanı oynak, incecik dudaklı, elma yanaklı. Al bu ilaçları acele bana gönder. Rica eder dört gözle beklerim (Küçük, 2011: 267).

Deyimler

“Haliluğun İti Gibi…” Deyimi Hakkında

36 yıl bir köpek için oldukça uzun bir ömürdür. Çanakçı’da meşhur olmuş bir köpek olan Haliluğun İti, uzun ömrünün yanı sıra çok akıllı olması nedeniyle yörede meşhur olmuş, deyimlere ve türkülere mal olmuştur. Yöre sanatçılarından Muhlis Koca, bu köpeğin anısına bir türkü okumuştur.

Normal ömrü 12 yıl olan köpek, 36 yıl yaşadığı için ölümünden sonra otopsi ve başka araştırmalara konu olmuştur. Boş oturanlara sitem etmek üzere “Ula Haliluğun iti gibi ne geziyon burda, işin gücün yok mu senin” demek suretiyle, Haliluğun iti günlük konuşmalarda yaşamaya devam etmektedir.

 

Abası yok, poyraza karşı gider: Hazırlığı olmadan boyundan büyük işlere kalkışanlar için söylenir.

Acele etme dilini ısırırsın: Acele işten hayır gelmeyeceğini ifade eder.

Aç durulur açık durulmaz.

Adını deliye, ardını çalıya koymak: Edep, nizam tanımadan iş yapanlar için söylenir.

Ağlayanın malı gülene hayır etmez.

Akan su pislik tutmaz.

Allah izin verirse, ecel aman verirse.

Anamın ilki olmaktansa dağlarda tilki olaydım.

Anası ne ki danası da ne ola: Küçümsenen insanlar için söylenir.

Asım asım olmak: Çok ısrar etmek.

Ayak keseri: Egoist.

Ayaza yatmak: Boş işlerle uğraşmak.

Ay ışığında ceviz / zeytin silkelemek: Boşuna çabalamak.

Ayıya gül vermişler, koklamış kıçına tutmuş: Değer bilmez insanların elinde her şeyin zelil olacağını işaret eder.

 

Başına çort dolamak: Birini evlendirmek.

Başına tel sokmak: Yaptığı bir işten umduğu sonucu alamamak.

Bezine basmak: Kızdırmak.

Bilmediği beş vakit namaz, onu da şeytanlar komaz: Çok bilmişler için söylenir.

Bir ipliğini çeksen kırk yamalık düşer: Kıyafeti yırtık, yamalı olanlar için söylenir.

Boyu kavak, aklı savak: Uzun boylu az akıllı anlamında kullanılır.

Buğday hacca gitmiş, arpayı vekil bırakmış, arpa da ‘baklava olayım mı?’ demiş: Arpadan baklava olmaz. Bu deyim; haddini aşanlar için söylenir.

Buldum delisi: Sonradan görme.

Burnu Bursa’dan su çekmek: Kibirli olmak.

 

Cartayı çekmek: Ölmek.

Cıbban çalmak: Alkışlamak.

Cıdık kurmak: Tuzak kurmak.

Cırtı bozuk: Sözünde durmayan, dönek.

Cimidi çıkmak: İyice ıslanmak.

 

Dağda dayısını, köyde emmisini tanımaz: Davranışlarında tutarlı olmayan insanlar için söylenir.

Derisi dolmak: Fiyatını bulan mal için söylenir.

Deve nalbanda bakar gibi: Boş ve anlamsız bakınmak.

Dibi tuz öğütmek: Korku içinde olmak.

 

Ebesi ağazına işemiş: Geveze insanlar için söylenir.

El, onu hanına uğratmaz, o tüfeğini asmaya yer arar: İstenmediği çevrelerde kendine yer edinmeye çalışanlar için söylenir.

Eli beratlı: Hırsız.

Eli eğri: Hırsız.

Eridi köz, tükendi söz: Geceye varan sohbet ortamını bitirmek için söylenir.

Eşün ağızlı: Fesat insanlar için söylenir.

Et üstünde ekmek: İyi, üstün, değerli olanı ifade eder.

 

Fındık çubuğu gibi: Düzgün, uzun boylu insanlar için söylenir.

Fındık kırmak: Çapkınlık yapmak.

 

Gavur etmek: Ziyan etmek, boşa harcamak.

Gavur kayığı gibi kaynatmak: Çok gürültü yapmak.

Gıdılcım atmak: Bağırıp çağırmak.

Gittiğin yerde döşeğini kalın mı koydular?

Got got etmek: Homurdanmak.

Götü külde, gönlü gülde: Koşullarının çok ötesinde hevesleri olanlar için söylenir.

Gözümün dikeni: İstenmeyen adam.

Güneş olsa kimseye doğmaz: Bencil insanlar için söylenir.

 

Haliluğun iti gibi (…) : Bu ifadeyle başlayan cümle tembel ve bekleneni yapmayan insanlara sitem etmek için söylenir.

 

Islak peştamal gibi yapışmak: Bıkkınlık veren, arsız ve yılışık insanlar için söylenir.

 

İpini palanını toplamak: Çekip gitmek.

 

Kadı yalağından su içmiş: Dengesiz ve saçma sapan konuşan kimseler için söylenir.

Kan tulumu olmak: Fazla kızmak.

Kara çanaklı: Sinsi, içten pazarlıklı.

Kaynağa gitmek: Yayla eğlencelerine gitmek.

Keliği atılmak: Değeri düşmek.

Kendine çubuk çaldırmamak: İşini bilmek.

Kepeği tükenmek: Takatsiz kalmak, ölümü yakın kimseler için söylenir.

Kestane çıkmış, topuruna tükürmüş: Ailesini, geleneğini beğenmeyen sonradan görmelere denir.

Kırım’dan mı geldin: Yiyip de doymayanlar için söylenir.

Kızıl çaylağa dönmek: Çok susamak.

Kurt nene: Dedenin annesi, dedenin annesinden önceki büyük anneler.

Kuru yerde sele gitmek: Olmadık aksiliğe maruz kalmak.

 

Laz kayığına dönmek: Çok gürütülü olmak.

 

Madası sirketi çeker: Olmayacak yiyecek isteyene söylenir.

Malım, seni vereyim de mi kötü olayım, vermeyeyim de mi?

Meltükten mana vermek: Buluttan nem kapmak.

 

Ne nineye kanan, ne hopucuğa: Hiç bir şeyle tatmin olmayan kimse için kullanılır.

 

Oğlum, oğrum (oğurum / önüm / göğsüm); kızım, dizim: Erkek evlada itibar afeder.

Oğul döşeğine oturmak: Oğlunu evlendirdikten sonra onun yanında rahat etmeyi ifade eder.

Ondan sinek öğüre gelmez: Kimseye faydası dokunmayan için kullanılır.

Ot yolup yaprak saçtırmak: Perişan etmek.

 

Önceleri ardı; şimdi kâr oldu: Geçmişte ayıplanan davranışların şimdilerde para getirdiği için tercih edilir olduğunu ifade eder.

 

Pilav olmadı lapaya çevir: Bir iş yaparken veya konuşurken kastetdilen şeyin gerçekleşmediği durumlarda mahcup olmamak için yapılan işi veya konuşulan sözü değiştirmeyi ifade eder.

 

Senin öldüğün yerde ben bacak sallarım: Birini küçümsemek için söylenir.

Sözünü uyana söyle, uymazsa dön duvara söyle: Laf anlamaz, söz dinlemez insanlarla konuşulmayacağını anlatır.

 

Şeleğini ağızlamak: Bir yerden göç etmek.

 

Taze gelin tereğe geçti, terek yere geçti: Bir işi yaparım deyip de beceremeyenlerin durumunu anlatır.

Teveğine su yürümek: Ergenlik çağına girenler için söylenir.

 

Üstümüzü örtmeye mi geldin.

 

Yanında yorgun domuz eğleşmez: Huysuz ve geçimsiz insanları işaret eder.

Yel beyinli: Havai, uçarı kimse.

Yılan kırkan: Vurguncu.

Yükünü uğunmak: Malıyla gururlanmak.

Bilmeceler

Ağıza hoş gelir, dolu gider boş gelir. (Kaşık)

Alaca bulaca çıkar gider ağaca. ( Fasulye)

Allah yapar yapısını, bıçak açar kapısını. (Kabak)

Allah’ın işi Böğründe dişi. (Mısır)

Altı taş, üstü taş, içinde var binbir baş. (Hamam)

Anam ferace babam kütük, iki kardeşim var birisi sofrada diğeri meyhanede gezer. (Üzüm)

Askerleri yürüye, böyle sırt üstü nereye? (Cenaze)

 

Bağlarım yürür, çözerim durur. (Çarık)

Başı kapı ardında, kendisi dünya ucunda. (Yol)

Başına vurdum, kayboldu durdum. (Çivi)

Beş kardeş bir birini kovalar. (Çorap şişleri)

Bir küçücük heykel; dibi yassı, başı kel (Kabak)

Burdan çektim kılıcı, halepte oynar ucu. (Şimşek)

 

Çıt demeden dala konar. (Güneş)

Çin çini hemam, gurnası tamam, bir kız aldım, babası imam. (Saat)

 

Dağa gider uzanır, eve gelir toplanır. (Kolan)

Dağda deliyman, köyde Süleyman. (Keçi)

Dağdan gelir, taştan gelir, bir kükremiş aslan gelir. (Sel)

Dal ucunda bal lokması. (İncir)

Dal ucunda kınalı parmak. (Kiraz / taflan)

Dal ucunda kitli sandık. (Ceviz)

Daldan dala dımbılt göle. (Damla)

Dereden gölgesiz geçer. (Ses)

Dışı katık, içi kütük. (Zeytin)

Dışı kazan karası, içi peynir derisi. (Kestane)

Dokunmayın kırılır, sıcak bulsa dirilir. (Yumurta)

Dut ağacını oyarlar, içine tın tın koyarlar, ağlama tın tın ağlama, şimdi kulağını burkarlar. (Kemençe)

Dünyaya can dağıtır, kendinin hiç canı yok. (Su)

Dünyayı tutar denizi tutmaz. (Kar)

 

El eker, göz seçer, dil biçer. (Yazı)

Eli yüzü buruşuk, beyler ona alışık. (Sütlaç)

Elma değil kırmızı, yufka değil kat kat. (Soğan)

Etten kantar, altın tartar. (Küpe)

Ev ardında oy anam oy. (Isırgan)

Ev ardında teke bağlı, boynuzu yere bağlı. (Kabak)

Ev üstünde gümüş tabak. (Ay)

 

Gider gider izi yok, geri döner tozu yok. (Vapur)

Gökte görürsün köprü, rengi de yedi türlü. (Gök kuşağı)

Gökten itilir, yere dikilir. (Yıldırım)

Günde beş defa sarmaş dolaş, bil bakalım nasıl arkadaş. (Seccade)

 

Hanım içerde, saçı dışarıda. (Mısır)

Helemez hülemez, ocak başına gelemez, gelse de duramaz. (Yağ)

Het dedim hüt dedim, kapı dibinde yat dedim. (Süpürge)

 

İki delikli bir saplı, bilmeyenin yok aklı. (İbrik)

İp attım, küp geldi. (Kabak)

İstanbul’da süt pişer, kokusu buraya düşer. (Mektup)

 

Kafası tarak, kuyruğu orak. (Horoz)

Karşıda hot oturur, ağızı açık oturur. (Fırın)

Kapıyı açar, kapamadan kaçar. (Rüzgar)

Kara kara yüzü var, doymak bilmez gözü var (Toprak)

Kara tavuk, karnı yarık. (Kestane)

Karşıda hot oturur, ağızı açık oturur. (Fırın)

Kendisi demirden, kuyruğu kendirden. (İğne-iplik)

 

Mantosu yeşil, düğmesi siyah entarisi kırmızı, bunu bilin kimin kızı? (Karpuz)

Mini minice, gustan gılice, kaburgası yok, yastuk gibice. (Bit)

 

Nefesi var kanı yok, derisi var canı yok. (Körük)

 

Parasım el alır, dumanım yel alır. (Sigara)

Pişirirsen aş olur, pişirmezsen kuş olur. (Yumurta)

 

Sarıdır özü, güldürür yüzü. (Altın)

Sarı öküz yattı kalkmadı, kara öküz gitti gelmedi. (Ateş, Duman)

Sesi çıkar canı çıkmaz, canı çıkar sesi çıkmaz. (Kemençe)

 

Şekere benzer tadı yok, gökte uçar kanadı yok. (Kar)

 

Tasaları dindirir, çocukları sevindirir. (Bayram)

Tavan üstünde takır tukur, sanırsın halı dokur. (Fare)

Tek ayaklı, iki kulaklı. (Testi)

Tıkır tıkır tıkraba, içinde ki akraba. (Beşik)

 

Uzun oluk sırtı yonuk. (Yol)

 

Varma güzel yanına, iki elin bal olur, tutar isen yavaş tut, iki elin kan olur. (Karadut)

Yatağından çıkmaz, yatmadan hiç bıkmaz. (Deniz)

Yol üstünde kalaylı tas gelene de has, gidene de has. (Cami)

Yol üstünde kitli sandık. (Mezar)

Yol üstünde yağlı kayış. (Yılan)

 

Zerre zerre zer olur, zerrelerden bal olu, varma zerre yanına, parmakların kan olur. (Dut)

Ninniler

Akşam olur güneş batar

Periler kapıları çalar

Uyumayan çocukları

Çuvala katar

Benim yavrum rüyalara dalar

Uyu yavrum uyu

 

Çelik çomaktan gelsin

Yemek yesin genirsin,

Yorulsun uyansin da,

Gözlerini yumsun da eğlensin

 

Seni vuran dağlı mıydı

Guşun adı yağlı mıydı

Elin oğlu seni vurdu da

Senin kolun bağlı mıydı

Nenni yavrum oy nenni

Nenni güzelim oy nenni

 

Dağdan geliyor dağdan

Elinde sarı yağdan

Ismarladım gelmedi

Ne olur öyle yardan

Nenni yavrum oy nenni

Nenni kuzum oy nenni

 

Benim yavrum hovarda

At oynatır pınarda

Oynatırsa oynatsın

Yine gelür baharda

Nenni yavrum

Nenni kuzum oy nenni

Dualar

Adın anıla.

Allah darda koymasın.

Allah göklerden yağdırsın da yerden toplayasın.

Allah güle güle yemek nasip eylesin.

Allah ıslah etsin.

Allah yattığı yerde utandırmasın.

 

Babanın başına buğday tanesi yağsın.

 

Hızır yardımcın/ yoldaşın olsun.

 

Ölmüşlerinin canına gitsin.

Ömrün uzun, düğünün güzün olsun.

 

Tırnağına taş değmesin.

 

Yediğin gaymak, gezdiğin yaylak olsun.

 

Mani Biçiminde Söylenen Dualar

Ha burası ne bayır

Gülü dikenden ayır

Sevdalık çekenleri

Gayır Allah’m gayır

 

Karanfilim saksıda

Bir yar sevdim Aksu’da

Mevlâ’m bizi kavuştur

Akşam ile yatsıda

 

Kız saçların ne uzun

Gören desin maşallah

Bizim evde gelin yok

Sen olursun inşallah

Beddualar

Ağzına ateş yağasıca.

Allah tepenin üzerine devirsin.

Aklın kuruya.

Ander kalasın.

 

Bereketin kesilsin.

 

Dikili tahtaya gelesin.

 

Ekmeğini it, fındığını kurt yesin.

Ellerin teneşire gelsin.

 

Gözlerin göğe dikile.

Gözlerinle gövdelerine ağlayasın.

 

Ocağına baykuşlar tünesin.

Ocağında baykuş ötsün.

 

Yemek yeyip de karnın doymasın.

Yuvarlak taş olasın da bir yerde durmayasın.

 

Zürriyetin kurusun.

 

Mani Biçiminde Söylenen Beddualar

Çavuşlu diye diye

Düştüm yollara düştüm

Andır kalsın sevdası

Bak ne hâllere düştüm

 

Dere boyu kavaklar

Açtı yeşil yapraklar

Ben yâre doyamadım

Doysun kara topraklar

 

Kız saçların ne uzun

Gören desin maşallah

Bizim evde gelin yok

Sen olursun inşallah

Maniler

Maniler çoğunlukla yedi heceli dörtlüklerden oluşur. Kafiye düzeni çoğunlukla a, a, b, a ve a, b, a, b şeklindedir. Yörede söylenen pek çok türkünün kaynağı da manilerdir. Hemen her konuda mani söylenmiş olmakla birlikte ağırlıklı olarak sevda konuludurlar.

Fındık toplanacağı zaman fındık bahçeleri kalabalıklaşır. Hasat zamanı, yazın sıcak günlerine denk gelir. Sıcak havalar fındık toplama işini büsbütün zorlaştırır. Verilen molalarda maniler söylenirdi. Mani söylemeye bahane olan olan ekin, hasat işlerinin hemen tümü makineleştiği için sözü edilen bu ortamlarda mani söyleme geleneği artık kalmamıştır.

 

Elimde kemençem

Yelden ötiyi yelden

Sen sarıl boğazıma

Ben sarılayım belden

 

Kapısının önünde

Seren asılır seren

Kurudu dudaklarım

Gel öpeyim bir kerem

 

Gidiyorum yaylaya

İki at bir katırla

Sana fındık yolladım

Ye de beni hatırla

 

Köyneği var basmadan

Yakası kırmızıdan

Sarmayan pişman olur

Karahisar kızından

 

Şebinkarahisar’ın mânileri, kendine has bir özellik gösterir. Her mâni çifttir. Biri erkek tarafından söylenir. Diğeri kızın cevabıdır (Aytekin, 1955: 1095):

Oğlan

Eğmeli yavrum eğmeli

Fistan yere değmeli

Komşu kızı dururken

Kimlere boyun eğmeli

 

Kız

Hey uluma uluma

Su doldurdum tuluma

Söylersen doğru söyle

İtim gibi uluma

 

Oğlan

Sabahın vakti geçti

Bir güzel baktı geçti

Zülfünü kemend etmiş

Boynuma taktı geçti

 

Kız

Akardım çağlamazdım

Gülerdim ağlamazdım

Bileydim ayrılık var

Sana bel bağlamazdım

...

 

Yaylanın çakılından

Su iştim yana yana

Yarimin ayrılığı

Ölümden beter bana

...

 

İşliğim yele yele

Ben düştüm gurbet ele

Yedi mendil çürüttüm

Göz yaşım sile sile

...

 

Mendilim benek benek

Kıyısı çarkıfelek

Elleri sevindirdin

Bende mi şaştın felek

...

 

Fındığı pek severler

Kırıp içini yerler

Yar üstüne yar sevme

Sana fındıkçı derler

...

 

Fındık budaklanır mı?

Dalları saklanır mı?

Anasının yanında

Kızı kucaklanır mı?

 

Ayran yapar yayıklar

Kızlar fındık ayıklar

Harmanın kenarında

Titrer ince bıyıklar

 

Yaylacılıkla İlgili Mâniler

Gideceğim yaylaya

Ben kurula kurula

Baban seni vermezse

Alacağım zorula

 

Asma kilit olaydım

Yayla kapılarına

Gelmez oldu sevgilim

Pınar kıyılarına

Nefesler

Alevi-Bektaşilerin daha çok cem ayinlerinde okudukları, saz eşliğinde ezgiyle söylenen manzumelere nefes denir. Nefeslerin konuları Alevi-Bektaşi inançlarıyla ilgilidir. Nefesler içinde on-iki imamla ilgili olanlar, Düvaz imam adı altında ayrı bir kategori oluştururlar. Düvaz imamlar Alevi-Bektaşi topluluklarında oniki imamı ad ve özellikleri ile anlatan şiirlerdir.

Kafiye düzeni koşmaya benzeyen nefeslerde yalın bir dil kullanılır. Yedi, sekiz ve on birli hece ölçüsüyle söylenirler.

Nefes

Biz de çektik İmam Ali diye diye

İmam Hüseyin içti ahu tasını

Allah bir Muhammet Ali diye diye

 

Dört kitap yazıldı yeryüzüne düştü

Kuran Muhammet’in yüzüne düştü

Allah bir Muhammet Ali diye diye (Küçük, 2011: 234)

 

Düvaz imam

Bismillahirrahmanirrahim

İlk önce Ali geldi

Gülleri tazeledi

Ali’nin önü sıra

Kamber Mürtaza geldi

 

Ali benim ayımdur

Yüzü kıblegahımdur

Miraçtaki Muhammet

Benim padişahumdur

 

Padişahım yaradan

Okur aktan karadan

Ben pirimden ayrıldım

Yıllar geçti aradan

 

Ben ona intizarım

İntizarlık çekerim

Daha neyler melekler

Kabul olsun dilekler (Küçük, 2011: 240)

Destanlar

Giresun millî mücadelemiz açısından önemli bir mevki olmuştur. Karadeniz insanının tabiatına uygun bir şekilde hemen İzmir’in işgali ile başlayan, Giresunlular’ın vatanperver ve uyarıcı tepkileri milletimize manevî bir güç vermiştir. Giresun’da fiilî örgütlenme meydana gelmiş ve bir Pontus devleti kurmak isteyen Rumlar’a karşı amansız bir mücadele verilmiştir. Böylece Rumlar’a vurulan Türk tokadı ile uydurma Pontus devleti bir daha dirilmemek üzere mezara gömülmüştür. Hiç şüphesiz bu mücadelede Osman Ağa’nın faaliyetleri her türlü takdirin üstündedir. Topal Osman Ağa destanlara, ağıtlara, romanlara ve filmlere konu olmuştur.

Giresun’lu Topal Osman Ağa

Osman Ağa, Giresun’un Hacı Hüseyin mahallesinde 1888 yılında doğdu. Babası Feridunzâde Hacı Mehmet Efendi’dir. Düzenli bir eğitim görmedi, ancak zeki, azimli ve sağlam bir irade sahibiydi. Daha gençliğinde lider nitelikli, varlıklı ve ileri gelen kimselere verilen “Ağa” lakabı ile anılmaya başlandı. Evlilik çağında Panazoğlu Hacı İsmail Ağa’nın kızı Hatun Hanım’la evlendi. Bu evlilikten oğulları İsmail ve Mustafa dünyaya geldiler. Bir süre Aksu ağzında kurulan kereste fabrikasına kayınpederiyle birlikte ortak oldu.

13 Ekim 1912’de Balkan Savaşı’nın başlaması Osman Ağa’nın kaderinde önemli bir rol oynadı. Osman Ağa, askerlik bedeli ödendiği halde, bir hafta sonra askerliği olmayanlardan bir gönüllü müfrezesi teşkil ederek bunlarla Balkan Muharebeleri’ne katıldı. Çorlu civarında Bulgarlara karşı yapılan hücumda diz kapağına isabet eden bir şarapnel parçası ile sakat kaldı. Buradan Giresun’a dönen Osman Ağa, Birinci Dünya Savaşı’na kadar ticaretle uğraştı.

İttihat ve Terakki mensubu Osman Ağa, Birinci Dünya Savaşı başında topladığı 700-800 gönüllüyle Teşkilat-ı Mahsusa alayına katılarak Batum bölgesinde Ruslara karşı savaştı. Türk ordusunun Ruslar karşısında gerilemesi ve Harşit çayına kadar çekilmesinden sonra da Albay Hacı Hamdi Bey’in kumandasındaki 37. Fırka ile ilişkilerine devam etti. Cepheden kaçan firarilerin yakalanıp cepheye gönderilmesini sağladı. Ekim 1917’den itibaren Rus birliklerinin geri çekilmesiyle beraber Osman Ağa askere gerekli cephaneyi kendi motorlarına yükleyip, Batum Vali ve kumandanını Batum Limanı’na götürdü. Bir süre Batum’da kaldı, Kafkasya’dan Giresun’a silah ve teçhizat getirmekle uğraştı. Mütarekeden sonra şehre dönüşünde törenle karşılandı. Askerlik Şubesi Başkanı Hüseyin Avni Alparslan Bey’le, Kaymakam Nizameddin Bey’in aralarında bulunduğu şehrin ileri gelenleri Pontus tehlikesi karşısında Giresun’un durumunu kendilerine anlattılar. Bu sırada belediye reisi olan Dizdarzâde Eşref Bey’in istifası üzerine belediye reisliğini devraldı. Aynı zamanda Giresun Müdafaa-i Hukûk-ı Millîye Cemiyeti’nin de başına geçti. İzmir’in işgalini kınayan miting Osman Ağa’nın başkanlığında düzenlendi. Tehcir suçlusu olarak yargılanmak üzere İstanbul’a getirilmesi istendi. Tutuklanma tehlikesi üzerine Giresun’u terk ederek dağa çıktı. Mustafa Kemal Paşa, Havza’dan İstanbul’a gönderdiği raporda “Osman Ağa’nın çetesinin önemli olduğunu, Giresun ve doğusu civarında önemli bir hareketinin görülmediğini” bildirmişti. Taşkınlıklarını iyice arttıran Rumlar, 5 Haziran 1919’da Taşkışla denilen Rum okuluna Yunan Kızılhaç bayrağı çektiler. Karahisar’dan Giresun’a inen Osman Ağa, Rum okuluna asılan bayrağı indirdi ve tekrar dağa çıktı. Sivas, Tokat, Karahisar Rum metropolitlerine baskı yaparak Patrikhaneye ve İstanbul hükümetine tehcirle ilgisi olmadığına, affedilmesinin yerinde olacağına, kendisi hakkında şikâyetlerin bulunmadığına dair birer mektup yazmalarını sağladı. 30 Haziran 191 9’da Osman Ağa ve maiyeti “istiman” ettiler. 7 Temmuz 1919’da Meclis-i Vükela, Osman Ağa ve 168 arkadaşını şahsi hukuk saklı kalmak şartıyla affetti. Af edilmesi üzerine 8 Temmuz 1919’da Giresun’a hareket etti ve belediye reisliği makamına yeniden oturdu.

23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresine Giresun’u temsilen katılan Dr. Ali Naci ile İbrahim Hamdi’yi Mustafa Kemal Paşa’ya tutumları üzerine şehirden uzaklaştırdı.

Osman Ağa, Millî Mücadele’nin propagandasını yapmak üzere 17 Şubat 1919’da Gedikkaya adlı haftalık bir gazete çıkardı.

TBMM hükümetinin kurulmasından sonra Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekerek kayıtsız şartsız millî hükümetin emrine girdiğini bildirdi. Kazım Karabekir Paşa, Ermeni harekâtı sırasında Osman Ağa’nın kuvvetini Kars’a çağırdı. Osman Ağa’nın katılmadığı bu harekâtta müfreze, Doğu cephesindeki savaşlara yetişemedi. Bu sırada Osman Ağa, on beş kişilik gönüllü müfrezesiyle 29 Ekim 1920’de İnebolu’ya geldi. 8 Kasım’da Kastamonu’ya geçerek Ankara’ya gitti. Burada Mustafa Kemal Paşa ile görüşen Osman Ağa, onun iltifatlarına mazhar oldu. 12 Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’nın arzusu üzerine “Giresun Gönüllü Maiyet Müfrezesi” kuruldu. Dört arkadaşıyla Giresun’a döndü. Birkaç ay içinde tam teçhizatlı 200 kadar gönüllü daha hazırlayarak muhafızlık göreviyle Ankara’ya gönderdi. Sayıları artan Muhafız Birliği, Giresun Gönüllü Lâz Müfrezesi adını aldı.

Giresun’a dönen Osman Ağa, Askerlik Şubesi Başkanı Hüseyin Avni Alparslan Bey ve Jandarma Kumandanı Hamdi Bey’in desteğiyle başta Giresun olmak üzere Tirebolu, Rize ve Ordu’dan toplanan gençlerle Giresun Gönüllü Taburu’nu kurdu. 1921 başlarında Ankara’dan aldığı emre uyarak Hüseyin Avni Bey’in başında bulunduğu Giresun Nizamiye Alayı, yani 42. Alay’ın kuruluşu ile uğraştı. 1921 Martında emrindeki 550 mevcudu ve 4 dağ topu ile birlikte Koçgiri Ayaklanmasını bastırmak üzere Sivas’a gitti. Giresun Alayı, Refahiye Bölgesi’nden başlayarak asilere büyük bir darbe indirerek, harekatta çok önemli başarılar gösterdi. Hatta Merkez Ordu Kumandanı Nureddin Paşa Osman Ağa için “muvazzaf asker olmamasına rağmen, askerlik için yaratılmış, müstaid bir adam” ifadesini kullandı. Pontusçuların yeni merkezi Samsun civarındaki Rum çetelerinin buradaki tecavüzlerinin önüne geçilmesinde Osman Ağa kumandasındaki Giresun Gönüllü Alayı’ndan faydalanıldı. Alay, 16 Nisan 1921 ‘de Ümit Vapuru ile Samsun’a hareket etti. Samsun’daki asayişin sağlanmasından sonra alay, 14 Temmuz 1921’de Batı Cephesine hareket etti. Ankara’ya gelip TBMM’nin önünde resmi geçit yaptı ve kendisini ziyarete gelen mebuslar heyetine ‘Ben sağ ayağımı harpte sakat ettim. Bu seferde her iki ayağımı tamamıyla kayıp ve mahvetsem bile sedye üzerinde çalışarak düşmanı denize dökünceye kadar alaylarımla beraber çalışmaya ahdettim” dedi.

Sakarya Savaşında Yusuf İzzet Paşa grubunda 47. Alay Kumandanı Osman Ağa, 25 Ağustos’taki Mangal Tepe taarruzuna katılıp, 15 Eylül’e kadar bütün muharebelerde bulundu. Mangal Tepe’de bindiği at vurulmuş, kendisine bir şey olmamıştı. Hatta bu taarruzda 42. Alay, başta kumandanı Binbaşı Hüseyin Avni Alparslan Bey olmak üzere pek çok şehit verdi. Osman Ağa’ya kaymakamlık (yarbay) rütbesi verildi. Yunanlılara karşı Büyük Taarruz’un sonuna kadar bütün muharebelerde bulundu, 21 Aralık 1922’de Giresun’a döndü. Giresun’da kısa bir müddet kaldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın emri üzerine tekrar Ankara’ya gitti. Özel Muhafız Alayı’nın komutanı olarak görevlendirildi.

Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in ölümünden sorumlu tutuldu ve çıkan çatışmada yaralı olarak sedyede iken Muhafız Taburu Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe tarafından vuruldu (2 Nisan 1923). Cenazesi İstanbul üzerinden Giresun’a getirildi ve Kale’de Kurban Dede’nin mezarının yanında defnedildi. Şapka İnkılâbı nedeniyle Giresun’a gelen Kılıç Ali Bey’in kabrin feci halini Mustafa Kemal Paşa’ya anlatması üzerine Mustafa Kemal Paşa ilgililere emir vererek Osman Ağa’nın mezarının kalenin en güzel yerine nakledilmesini sağladı (1925).

Halen buradaki anıt mezarında ziyaretçilerini karşılamaktadır (Giresun Kent Kültürü, 2008: 82).

 

Osman Ağa Destanı / Ağıdı

Ankara’nın yağmuru

Hiç depinmez çamuru

Vurulmuş da geliyor

Giresun’un memuru

 

Gemi gelin findirek

Suyu nerden indirek

Kuşlar da dil vermiyor

Ağa’ya haber gönderek

 

Ankara çayır çiçek

Orak getirin biçek

Vurmuşlar Osman Ağa’yı

Yavruları küçücek

 

Gemi gelir oturur

Otuz tüfek atılır

Osman Ağa’n hatunu

Beyim deyin ağlaşır

 

Hatun evin var mıydı

Yanları duvar mıydı

Vurmuşlar Osman Ağa’yı

Haberiniz var mıydı

 

Gemi gelir yan verir

İskeleye şan verir

Osman Ağa’n hatunları

Koca deyin can verir

 

İki kayık yan verdi

Arasından baktılar

Osman gibi yiğitde

Nasıl kurşun attılar

 

Ankara’nın içinde

Tefelon direkleri

Bir su verin Ağa’ya

Yanıktır yürükleri

 

Osman Ağa’yı vurdular

Ankara’da buldular

Zavallı Osman Ağa’yı

Kurbanlığa koydular

 

Yaylanın çimeninde

Oturdum serinledim

Ağa öldü dediler

Oy dedim berinledim

 

Osman Ağa’nın mor fesi

Yürekler yakar sesi

Vurmuşlar Osman Ağa’yı

Yok mu bunun kimsesi? ( Hani bunun çetesi)

 

Osman Ağa’yı sorarsan

Ankara’ya dolaştı

Osman Ağa vurulunca

Umum asker ağlaştı

 

Ankara’nın içinde

Otomobil bağırıyor

Zehra çıkmış saraya

Osman diye ağlıyor

 

Osman Ağa’nın taburu

Hep karadan yürüyor

Osman Ağa’yı sorarsan

Sıkı emir veriyor

 

Çete çıktı köylere

Ne demeye demeye

Osman Ağa çetesi

Yemek arar yemeye

 

Kalaycılar güğüme

Çifte vurun kalayı

Bozulmuş da geliyor

Osman Ağa’nın alayı

 

Osman binmiş motora

Bak izine izine

Ziya bey nasıl bakacak

Osman Ağa’nın yüzüne

 

Ali Şükrü’yü boğdular

Osman Ağa’yı soydular

Osman Ağa çetesini

Hapislere koydular

 

Osman Ağa’nın motoru

Çifte lamba yakıyor

Osman Ağa’nın Zehra’sı

Gene yola bakıyor

 

Osman Ağa’yı vurdular

Trenlere koydular

Osman Ağa’nın hatununu

Yine garip koydular

Ağıtlar

Kayıpları karşısında çaresiz kalan insanların acıyla söyledikleri ağıtlar genç yaşta vurulanların, askerde şehit düşenlerin, sevip de kavuşamayanların hikâyelerini anlatır. Çeşitli tarihi olayları yâd eden ağıtlar da oldukça fazladır. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde vurulan Onbaşı Saraçoğlu Mustafa’ya yakılan ağıt yöreden derlenmiştir.

Karaysar’dan çıktık başlar selamet

Köprüköye vardık koptu kıyamet

Oğlum, kızım, yârim Hakka emanet

Ağlama hey annem belki gelirim

Yoksa mahşer günü seni görürüm

Hasan kalesinden bindim katıra

Babam, dedem yok ki bedel yatıra

Bastık düşmanlara çok kasatura

Ağlama hey annem belki gelirim

Gelir seni bilmem nerde görürüm

 

Arif’in Ağıdı / Karaovacık Deresini Akar mı Sandın

Karaovacık deresini akar mı sandın

Akan(da) kanlarımı diner mı sandın

Beni bu yollarından döner mı sandın

Ağla annem ağla salım geliyor

Sağımdan solumdan sabim geliyor

Arif’im Arif’im aslan Arif’im

 

Tüfeğim çatmada asılı kaldı

Elbisem sandıkta basılı kaldı

Garip annem evde yasılı kaldı

Ağla annem ağla sen bana ağla

Çifte tabip getir yaramı bağla

 

Karaovacık deresini atlayamadım

Fişeklerim döküldü toplayamadım

Üç düşmanım vardı paklayamadım

Ağla annem ağla sal tutmaz beni

Kömür gözlü Sahure’m unutmaz beni

 

Yoğurdu yayın ayran eyleyin

Arif’in gömleğini bayrak eyleyin

Benden sonra Sahure’yi gelin eyleyin

Ağla annem ağla sen bana ağla

Çifte tabip getir yaramı bağla

 

Bu ağıt, Domaçoğlu Arif’in bugün Espiye ilçesi sınırlarında olan Karaovacık (Karavacık) yaylasında vurularak öldürülmesi üzerine annesinin söylediği ağıttır. Sahure ise Arif’in karısıdır. Domaçoğlu Arif Ağa, 1890’ların başında Tirebolu’da doğmuştur. Karaovacık yaylasında görünürde sebebi “sergi parası toplama” olan bir tartışma sonunda vurduğu pazarcının kardeşi tarafından vurulunca kendisine bir türkü yakılmıştır.

Mahalli Tipler

 

Yörede yaşanmış olaylar, tanınmış kişilerle ilgili ağırlıkla mizahi, nükteli hikâyeler sohbet ortamlarında yeri geldiğinde anlatılarak yöre kültürüne mal olurlar. Mahalli tipler başlığı altında tasnif edilen anlatılar tek başına bir hikâye ya da fıkra olarak değerlendirilemeyecek anlatılardır. Bunun nedeni, bu tür anlatıların sohbet ortamında konuşulan konuyu tamamlayıcı, anlamı kuvvetlendirici etkisinden dolayı anlatılıyor olmasıdır.

Trafik Namazı

Burada Osman Şahin diye bir amcamız vardı şimdi rahmetlik oldu. Ona Köroğlu’nun Osman derlerdi. Bunun bir kamyonu vardı ama ehliyeti yoktu. Osman Amca yıllarca araba sürmüş ama ehliyet almamıştı. Bizim bu yükseklerdeki ormanlardan odunu yükleyip Trabzon’a taşıyordu. Bir gün Trabzon’a ağaç götürmüş. Trabzon‟dan geri dönerken trafik polisi bunun peşine takılmış. Görele Karaburun‟a kadar bu önde polisler peşinde gelmişler. Daha kaçamayacağını anlayınca arabayı kenara çekmiş. Aşağı inip ceketini yere serdikten sonra denize doğru başlamış namaz kılmaya.

Polis yanına gelmip omzuna vurduktan sonra:

“Ne yapıyorsun” diye sormuş.

Osman Amca da:

“Görmüyor musun namaz kılıyorum” demiş.

Bizim Osman dayı selam verdiği gibi tekrar namaza başlıyormuş. Öyle ki Trafik polisi artık beklemekten bunalarak Osman Dayı’ya:

“Ya amca buna ne namazı derler. Bu saatte bu kadar namaz mı kılınır” demiş.

Osman Amca da:

“Oğlum buna trafik namazı derler” demiş.

Bunun üzerine polis:

“Amca bu namaz ne zaman biter” diye sormuş.

Osman Amca da:

“Oğlum ancak siz giderseniz biter başka türlü bitmesine ihtimal yok” demiş (Küçük, 2011: 159).

Halk Hikayeleri

Tuz Ekimi

Giresun’un Çal Dağında “tuz ekimi” mazisi 500 yıl eskilere uzanan bir gelenektir. Rivayete göre, yaklaşık 500 yıl önce Çal Dağı bölgesinde yaşayanlar tuz ihtiyacını Erzincan’dan gelen katırların oluşturduğu kervanlar aracılığıyla sağlıyormuş. Kıtlık ve yokluğun yaşandığı bir dönemde halk Erzincan’dan tuz getirtemediği için buğday ve sebze gibi tuz yetiştiriciliği yapmaya karar vermiş.

Tuz ekimi “Ya Tutarsa” denilerek her yıl tekrarlanmış ve zamanla bir gelenek halini almış. 2012 yılından sonra bu gelenek yerel yönetimlerin katkılarıyla festival olarak sürdürülmektedir.

Tuz Eken Meliklililer

Eskiden insanların pazardan temin ettikleri temel ihtiyaç maddeleri tuzmuş. Melikliler tuz için pazara bağımlılıktan kurtulmak ister. Akıl hocalarının telkinleriyle tuz ekmeye karar verirler. Bu iş için en uygun yer olarak Çaldağı’nın tepesindeki boş çayırı belirlemişler. Zamanı gelince aynen mısır eker gibi tuzu ekmişler. Artık insanlar ve hayvanlar için temel ihtiyaç maddelerinden biri olan tuzu sürekli ve kesin bir şekilde temin edecek olmanın ümit ve neşesi ile tuz filizlerinin yeşermesini beklemeye başlamışlar.

Zaman geçer, tuz ekilen arazide hiçbir şey yeşermez. Biraz daha beklerler, yine bir filizlenme olmaz. Toplanıp bu durumu değerlendirirler. Değişik görüşlerin sonunda “Tohumları bir canlının yediğine” karar verirler.

İlk yılki başarısızlığın ardından ikinci sene tekrar tuz ekerler. Bu defa işi sıkı tutarlar. Tuz ekilen tarla silahlı nöbetçiler tarafından beklenir. Nöbetçiler dikkatle tuzları yiyen meçhul düşmanı bekler. Yazın sıcağı ile birlikte yayla çayırlarında çekirgeler de baş göstermeye başlar. Nihayet tuz tarlasına da çekirgeler dadanır. Bir çekirge nöbetçilerden birinin alnına konar. Meliklili, Çekirgenin tuzları yiyen hayvan olduğunu kanaatine varır. Arkadaşına sesizce işarat eder ve alnındaki düşmanı gösterir. Öteki de menzilindeki düşmana hemen nişan alır ve tetiğe basar. Çekirge ne oldu bilinmez ama diğer Meliklili oracıkta ölür. Yılın sonunda yine tuz hasat edemeyince Meliklililer çekirgelere hitaben söyle derler:

-Bir sizden bir bizden; olduk on kilo tuzdan.

Deli Emin

Çukurköy’den Deli Emin, sabahleyin elinde girebi dışarı fırlar. Karşısına ilk olarak, kiliseye gitmekte olan Rum papazı çıkar. Deli Emin girebiyi kaldırıp papazın önüne dikilerek:

-Hey bana bak, diye bağırır. Sana bir şey soracağım, bilirsen kurtuldun, bilmezsen şu girebiyle kelleni uçuracağım. Söyle bakalım; beşte misin, yedide misin; otuzunda mısın, kırkta mısın?

Korkudan şaşıran papazcağız tabiî bu laflardan bir şey anlamaz, bocalar dili tutulur, cevap veremez. Bunun üzerine Deli Emin, “Senin katlin vacip oldu.” diyerek girebiyi şöyle bir sallar. Papaz hızla kafasına eğdiği için girebi yalnız külâhını uçurur ve derisini bir parça sıyırır. Papaz selâmeti kaçıp doğruca Giresun’a giderek şikâyette bulunur. Jandarmalar Deli Emin’i yakalayıp mahkemeye getirirler. Hâkim sorar:

-Sen niçin bu adamı öldürmek istedin?

-Çünkü sorduklarıma cevap vermedi, bunun için bu herifin katli vacip oldu.

-Ne sordun da cevap veremedi?

-Efendim ben ona “Beşte misin, yedide misin yani beş vakit namaz mı kılarsın, yoksa yedi günde bir kiliseye mi gidersin? diye; Otuzda mısın, kırkta mısın? Yani otuz gün mü oruç tutarsın yoksa kırk gün perhiz mi yapıyorsun? diye sordum. Bu nâbekâr cevap vermediği için ne Müslüman ne Hıristiyan olduğu anlaşılmamıştır. Dünya yüzünde yeri yoktur; katli vacip olmuştur.

İşçi - Patron

Ayvasıl’da iki dülger bir ev tamirinde çalışmaktadır. Ev sahibi her öğünde yemek olarak pek âlâ cinsinden bir çanak pekmez gönderir. Gene bir yemek vakti küçücük kız çocuğu pekmezi getirice usta, arkadaşına “Yahu bu ev sahibi ne iyi adam, bize boyuna pekmez gönderiyor.” der. Bunun üzerine çocukcağız masumca: “Ama biz yemiyoruz ki... Çünkü içine sıçan düştü!” diye söylenir.

Ne olduğunu şaşıran usta “Vay namussuz” diye çanağı hiddetle yere vurup parçalar. Bu sefer kızcağız ağlamaya başlar ve “Aman ustam ne yaptın biz onunla yal veriyorduk.” der.

Fıkralar

 

Masal anlatma geleneği bölgede zayıftır. Televizyon ve internet başta olmak üzere yüzyüze iletişime engel olan ileri teknoloji ürünleri sosyal ortamların verimi olan sözlü edebiyat ürünlerinin bütün türlerini olduğu gibi masal anlatma geleneğini de olumsuz etkilemiştir.

Masal Örnekleri

Aslan ile Fare

Aslan ormanda dolaşıyumuş bi gün. Dolaşırken fareyi görmüş. Fareyi yemek istemiş. Fare demiş:

“Bırak demiş aslan kardeş nolursun. Sen büyüksün kıyma bana, ben küçüğüm. Bir gün demiş benim de sana bi faydam olur. “ demiş. Aslan gülmüş.

“Senin bana ne faydan olucak demiş. Ben aslanım. Sana ihtiyacım yok ki.” demiş.

“Öyle deme demiş. Yeme beni kurtar.”

Fare bu arada tuzağa yakalanmış. Beni kurtar diye aslana söylemiş. Aslan:

“Eh demiş ben şimdi seni çabucak yutarım.”

“Ay demiş sakın beni yeme. Benim de sana bir iyiliğim dokunur.”Aslan gülmüş.

“Senin demiş bana ne iyiliğin dokunucak? Ben demiş seni yerim.”

“Nolursun yeme beni.” demiş.

“Sen küçüksün. Etin ne butun ne ki bana iyiliğin dokunucak?” demiş.

“Yapma demiş aslan kardeş. Nolursun beni şimdilik yeme. Benim de sana bir iyiliğim

dokunur.” demiş.

Neyse aslan bunun haline acımış. Salmış bunu gitmiş. Aslan ormanda gezerken bu sefer o kapana tutulmuş. Fare gelmiş bunu görmüş.

“Aaa demiş sen de mi tutuldun kapana?”

“Eee tutuldum.” demiş.

“Ben sana yardım edeyim.”

“Sen demiş etin ne butun ne? Nasıl yardım etçen?”

“Ben seni kurtarırım.” demiş fare.

“Nasıl kurtarıcan?” demiş.

“Şimdi görürsün.” demiş.

Fare bütün arkadaşlarını çağırmış toplamış. Arkadaşlarıyla beraber kapanı kemire kemire kemire ipini kemirmiş şeyapmış. Tahtasını kemirmiş kapanı açmış. Aslan da ordan kurtulmuş. Çıkmış dışarı.

“Gördün mü demiş fare. Küçüğüz ama becerimiz büyük bizim demiş. Biz seni bak nasıl

kurtardık.”

Aslan söylediği laflardan utanmış. Fareden özür dilemiş. Herkes yoluna gitmiş. Masal da

burda bitmiş (Aydın, 2015: 327).

Dürüstlük

Fakirin biri dere kenarında gezerken bir tane meyve yemiş. Adam fakir ya dürüst ya hak yemek istememiş. Aramış taramış meyveyi sahibini bulmuş.

Meyvenin sahibine:

“Hakkını helal et. Ben senin meyvenden yedim” demiş. Adam hakkını helal etmemiş. Bunun üzerine fakir:

“Ne yapsam hakkını helal edersin?” diye sormuş. Adam bir sürü şart koşup, fakire bir sürü iş yaptırmış ama hakkını da helal etmemiş. Bu adamın kör, topal, sağır, dilsiz bir kızı varmış. Adam fakire:

“Kızımı alırsan sana hakkımı helal ederim demiş.” Fakir düşünüp taşınıp teklifi kabul etmiş. Fakiri alıp kızın yanına götürmüşler. Fakir bir bakmış ki dünyalar güzeli bir kız karşısında duruyor. Neyse fakir şüphede kalıp kızla yatağa girmemiş. Adama gidip:

“Sen bana yanlış kız verdin. Sen bana bu tip kız vermedin.” demiş.

Bunun üzerine adam:

“Senin doğruluğundan dolayı bu kızı ben sana verdim. Helal olsun” demiş. Adam dürüstlüğünden dolayı fakire dünyalar güzeli bir kız vermiş ve onu evlendirmiş (Küçük, 2011: 122-123).

 

Kurbağa ile Akrep

Kurbağa bir gün gölde yüzüyumuş. Bi karşı tarafa geçiyumuş bi o tarafa geçiyumuş. Geçerken kurbağa derede çöpün üstünde bir akrep görmüş.

Akrep: “Beni kurtaran yok mu, kurtarın beni!” diye bağırıyumuş.

Bakmış kurbağa: “Ben seni kurtarıyim.” demiş. Gitmiş bi uzun parça dal almış ince uzun bi dal. “Sen bunun üstüne çık, ben bunu kıyiye çekerim. Sen de bu gölden kurtulursun.”

Dediği gibi akrep dalın üstüne konmuş. Sonra o da onu kıyiye getirmiş kurbağa. Böylece kurbağayla akrep arkadaş olmuş. Kurbağa dereye giriyumuş çıkıyumuş. Kıyıya geldi mi akreple konuşuyumuş tekrar gidiyumuş. Bir gün akrep demiş:

“Sen ne kadar şanslısın, ne kadar iyisin. Canın istedi mi göle giriyusun. Karşıya geçiyusun, bu tarafa geliyisun. Ama ben olduğum yerden karşiye geçemiyum. O tarafta ne var çok da merak ediyum.” demiş.

“Çok merak ediyusan ben seni götürürüm.” demiş.

“Ee nasıl götürceğen?” demiş.

“Sen benim sırtıma binersin demiş kurbağa ben de seni karşiye götürürüm. Orda ne var görürsün, edersin gene yerine getiririm.”

Peki demiş akrep çıkmış kurbağanın sırtına. Kurbağa girmiş derenin karşısına doğru yüzüp gidiyularmış. Tam ortıya gelmişler sırtında bir acı hissetmiş kurbağa.

“Aa demiş noldu böyle? Sırtım çok acıyu.”

“Soktum.” demiş.

“Niye soktun?” demiş.

“Huyum kurusun demiş. Ben yumuşak bi yer gördüm mü sokmadan duramıyum.”

“Haaa öyle mi? Benim de huyum kurusun. Ben de derin bi göl gördüm mü dalmadan duramiyum.”

Dalmış göle kurbağa. Kurbağa zehirlenmiş ölmüş. Akrep de sudan boğulmuş. Her ikisi de orda ölmüş (Aydın, 2015: 272).

Kuyudan Çıkarsam Deve Kesicem Diyen Adam

Adam ormanda geziyumuş. Gezerken bi kuyu kazmışlar ormana. Görmüyu tabiy. O arada da havada güneş varımış. Bi bulut, bi güneş derken bu havaya bakıp gidiyumuş. Ormanda avlanıcak. Kuş var mı havadan da geçiyu mu diye bakıyumuş aklınca. Bu giderke düşmüş kuyiye, önüne kuyu gelmiş. Havaya bakarken kuyunun dibine düşmüş. Bakmış yukarı epeyce bi derinde kuyu. “Ben burdan nasıl çıkarım?” diye bu düşünmüş, düşünmüş bağırmış çağırmış. Hiç ne sesini duyan var, ıssız bir orman. Kimse yok sesini duyıcak. Allah’a yalvarmaktan başka…” demiş, “bi şeyim yok.”

“Ey Allah’ım büyüksün” demiş dua etmiş. “Ben bu kuyudan çıkarsam,” demiş, “bi deve kesicem halka dağıtıcam,” demiş.

Bu yavaş yavaş bakmış ki kuyudan yukarı doğru gidiyu kendiliğinden. Bakmış deve kesicem dedi ya:

“Deve kesmesem de bi inek kessem de olur,” demiş.

Yine bu hafiften havalanıp yukarı kalkıyumuş. Kalkarken demiş bu:

“İneğe ne gerek var? Bi koyun kessem de olur,” demiş.

Yine bu havalanıp gidiyumuş, yukarı yukarı çıkıyumuş. Kuyunun ağzına yaklaşmış.

Yaklaşırken demiş:

“Koyuna ne gerek var? Bi horuz kessem de olur,” demiş.

Daha bu yaklaşmış, yaklaşmış yukarı. Elini atmış dışarı çıkıcağmış. Sonra demiş:

“Horuz kesmiye ne gerek var? Horuz kesmesem de olur,” demiş ve tam elini atıp kuyudan çıkacakken bir anda kendini kuyunun dibinde bulmuş. Anlamış yaptığı hatayı. “Ey Allah’ım sen de hiç şakaya uymuyusun,”  demiş bu masal da böylece bitti (Aydın, 2015: 292).

Masallar

Masal anlatma geleneği bölgede zayıftır. Televizyon ve internet başta olmak üzere yüzyüze iletişime engel olan ileri teknoloji ürünleri sosyal ortamların verimi olan sözlü edebiyat ürünlerinin bütün türlerini olduğu gibi masal anlatma geleneğini de olumsuz etkilemiştir.

 

Aslan ile Fare

Aslan ormanda dolaşıyumuş bi gün. Dolaşırken fareyi görmüş. Fareyi yemek istemiş. Fare demiş:

“Bırak demiş aslan kardeş nolursun. Sen büyüksün kıyma bana, ben küçüğüm. Bir gün demiş benim de sana bi faydam olur. “ demiş. Aslan gülmüş.

“Senin bana ne faydan olucak demiş. Ben aslanım. Sana ihtiyacım yok ki.” demiş.

“Öyle deme demiş. Yeme beni kurtar.”

Fare bu arada tuzağa yakalanmış. Beni kurtar diye aslana söylemiş. Aslan:

“Eh demiş ben şimdi seni çabucak yutarım.”

“Ay demiş sakın beni yeme. Benim de sana bir iyiliğim dokunur.”Aslan gülmüş.

“Senin demiş bana ne iyiliğin dokunucak? Ben demiş seni yerim.”

“Nolursun yeme beni.” demiş.

“Sen küçüksün. Etin ne butun ne ki bana iyiliğin dokunucak?” demiş.

“Yapma demiş aslan kardeş. Nolursun beni şimdilik yeme. Benim de sana bir iyiliğim

dokunur.” demiş.

Neyse aslan bunun haline acımış. Salmış bunu gitmiş. Aslan ormanda gezerken bu sefer o kapana tutulmuş. Fare gelmiş bunu görmüş.

“Aaa demiş sen de mi tutuldun kapana?”

“Eee tutuldum.” demiş.

“Ben sana yardım edeyim.”

“Sen demiş etin ne butun ne? Nasıl yardım etçen?”

“Ben seni kurtarırım.” demiş fare.

“Nasıl kurtarıcan?” demiş.

“Şimdi görürsün.” demiş.

Fare bütün arkadaşlarını çağırmış toplamış. Arkadaşlarıyla beraber kapanı kemire kemire kemire ipini kemirmiş şeyapmış. Tahtasını kemirmiş kapanı açmış. Aslan da ordan kurtulmuş. Çıkmış dışarı.

“Gördün mü demiş fare. Küçüğüz ama becerimiz büyük bizim demiş. Biz seni bak nasıl

kurtardık.”

Aslan söylediği laflardan utanmış. Fareden özür dilemiş. Herkes yoluna gitmiş. Masal da

burda bitmiş (Aydın, 2015: 327).

 

Dürüstlük

Fakirin biri dere kenarında gezerken bir tane meyve yemiş. Adam fakir ya dürüst ya hak yemek istememiş. Aramış taramış meyveyi sahibini bulmuş.

Meyvenin sahibine:

“Hakkını helal et. Ben senin meyvenden yedim” demiş. Adam hakkını helal etmemiş. Bunun üzerine fakir:

“Ne yapsam hakkını helal edersin?” diye sormuş. Adam bir sürü şart koşup, fakire bir sürü iş yaptırmış ama hakkını da helal etmemiş. Bu adamın kör, topal, sağır, dilsiz bir kızı varmış. Adam fakire:

“Kızımı alırsan sana hakkımı helal ederim demiş.” Fakir düşünüp taşınıp teklifi kabul etmiş. Fakiri alıp kızın yanına götürmüşler. Fakir bir bakmış ki dünyalar güzeli bir kız karşısında duruyor. Neyse fakir şüphede kalıp kızla yatağa girmemiş. Adama gidip:

“Sen bana yanlış kız verdin. Sen bana bu tip kız vermedin.” demiş.

Bunun üzerine adam:

“Senin doğruluğundan dolayı bu kızı ben sana verdim. Helal olsun” demiş. Adam dürüstlüğünden dolayı fakire dünyalar güzeli bir kız vermiş ve onu evlendirmiş (Küçük, 2011: 122-123).

 

Kurbağa ile Akrep

Kurbağa bir gün gölde yüzüyumuş. Bi karşı tarafa geçiyumuş bi o tarafa geçiyumuş. Geçerken kurbağa derede çöpün üstünde bir akrep görmüş.

Akrep: “Beni kurtaran yok mu, kurtarın beni!” diye bağırıyumuş.

Bakmış kurbağa: “Ben seni kurtarıyim.” demiş. Gitmiş bi uzun parça dal almış ince uzun bi dal. “Sen bunun üstüne çık, ben bunu kıyiye çekerim. Sen de bu gölden kurtulursun.”

Dediği gibi akrep dalın üstüne konmuş. Sonra o da onu kıyiye getirmiş kurbağa. Böylece kurbağayla akrep arkadaş olmuş. Kurbağa dereye giriyumuş çıkıyumuş. Kıyıya geldi mi akreple konuşuyumuş tekrar gidiyumuş. Bir gün akrep demiş:

“Sen ne kadar şanslısın, ne kadar iyisin. Canın istedi mi göle giriyusun. Karşıya geçiyusun, bu tarafa geliyisun. Ama ben olduğum yerden karşiye geçemiyum. O tarafta ne var çok da merak ediyum.” demiş.

“Çok merak ediyusan ben seni götürürüm.” demiş.

“Ee nasıl götürceğen?” demiş.

“Sen benim sırtıma binersin demiş kurbağa ben de seni karşiye götürürüm. Orda ne var görürsün, edersin gene yerine getiririm.”

Peki demiş akrep çıkmış kurbağanın sırtına. Kurbağa girmiş derenin karşısına doğru yüzüp gidiyularmış. Tam ortıya gelmişler sırtında bir acı hissetmiş kurbağa.

“Aa demiş noldu böyle? Sırtım çok acıyu.”

“Soktum.” demiş.

“Niye soktun?” demiş.

“Huyum kurusun demiş. Ben yumuşak bi yer gördüm mü sokmadan duramıyum.”

“Haaa öyle mi? Benim de huyum kurusun. Ben de derin bi göl gördüm mü dalmadan duramiyum.”

Dalmış göle kurbağa. Kurbağa zehirlenmiş ölmüş. Akrep de sudan boğulmuş. Her ikisi de orda ölmüş (Aydın, 2015: 272).

 

Kuyudan Çıkarsam Deve Kesicem Diyen Adam

Adam ormanda geziyumuş. Gezerken bi kuyu kazmışlar ormana. Görmüyu tabiy. O arada da havada güneş varımış. Bi bulut, bi güneş derken bu havaya bakıp gidiyumuş. Ormanda avlanıcak. Kuş var mı havadan da geçiyu mu diye bakıyumuş aklınca. Bu giderke düşmüş kuyiye, önüne kuyu gelmiş. Havaya bakarken kuyunun dibine düşmüş. Bakmış yukarı epeyce bi derinde kuyu. “Ben burdan nasıl çıkarım?” diye bu düşünmüş, düşünmüş bağırmış çağırmış. Hiç ne sesini duyan var, ıssız bir orman. Kimse yok sesini duyıcak. Allah’a yalvarmaktan başka…” demiş, “bi şeyim yok.”

“Ey Allah’ım büyüksün” demiş dua etmiş. “Ben bu kuyudan çıkarsam,” demiş, “bi deve kesicem halka dağıtıcam,” demiş.

Bu yavaş yavaş bakmış ki kuyudan yukarı doğru gidiyu kendiliğinden. Bakmış deve kesicem dedi ya:

“Deve kesmesem de bi inek kessem de olur,” demiş.

Yine bu hafiften havalanıp yukarı kalkıyumuş. Kalkarken demiş bu:

“İneğe ne gerek var? Bi koyun kessem de olur,” demiş.

Yine bu havalanıp gidiyumuş, yukarı yukarı çıkıyumuş. Kuyunun ağzına yaklaşmış.

Yaklaşırken demiş:

“Koyuna ne gerek var? Bi horuz kessem de olur,” demiş.

Daha bu yaklaşmış, yaklaşmış yukarı. Elini atmış dışarı çıkıcağmış. Sonra demiş:

“Horuz kesmiye ne gerek var? Horuz kesmesem de olur,” demiş ve tam elini atıp kuyudan çıkacakken bir anda kendini kuyunun dibinde bulmuş. Anlamış yaptığı hatayı. “Ey Allah’ım sen de hiç şakaya uymuyusun,”  demiş bu masal da böylece bitti (Aydın, 2015: 292).

Efsaneler

Yörede anlatılan efsaneler arasında taş kesilme motifli anlatılar çok fazladır. İnsan siluetine benzetilen kayalıkların bulunduğu yerleşimlerde bu yerlerle ilgili olarak mutlaka taş kesilme motifli efsaneler anlatılmaktadır.

Çanakçı ilçesinde Gelin Kayası adıyla anılan iki farklı yer vardır: Bunlardan birinde taş kesilmeye sebep Rumların baskınlarından kaçan çocuklu bir kadının çaresiz kaldığı bir anda Allah’tan taş kesilmeyi dilemesidir. Gelin Kayası adıyla anılan diğer efsanede koyunlarını otlatan kız uyuyakalır. Uyandıktan sonra koyunlarının kaybolduğunu görüp üzülür ve taş kesilmeyi diler. Tirebolu’ya bağlı Örenkaya’da Gelin Kaysı olarak bilinen yerle ilgili anlatı şöyledir: Düğün evine giderken yolda bir şey unuttum deyip geri dönen gelinin annesi kızının yaptığına üzülüp; “Allah seni taş etsin” diye beddua eder ve kız oracıkta taş kesilir.

Geyik, yaban keçisi ve başka bazı hayvanları öldürmek yörede iyi tutulmaz. Öldürülmesin diye bu hayvanların insanlara yardımlarıyla ilgili çeşitli efsaneler anlatılır.

Evin kapısına gelen geyiği tüfekle yaralayan kadın, bu olaydan sonra evin bereketi kaçar, kadın hastalanır ve iyileşemeyip ölür. Evin erkeği ikinci kez evlenir. Yaralı geyik tekrar gelir evin kapısına. Yeni gelin geyiğa iyi davranır. Geyiğin yaralarını sarar, iyileştirir. Bu olaydan sonra evdeki uğursuzluk kalkar.

Tirebolu’da anlatılan bir efsanede; elik keçisi öldüren bir avcı, keçinin etini yedikten sonra ağzı kapanır ve bir daha açılmaz.

Tirebolu’da geceleri çobanlara ışığıyla yol gösteren altın taçlı bir yılan efsanesi anlatılır.

Ana Geyik

Köyde, bir hanımın sekiz erkek çocuğu vardır. O dönemlerde, geçim, bilek gücü ile sağlandığı için, herkes bu aileye imrenerek bakmaktadır. Yaylaya gitme vakti gelince, herkes gibi bunlar da hazırlıklara başlarlar ve yola çıkarlar. Ancak, yolda en küçük çocuk hastalanır.

Anne: “Benim sekiz tane oğlum var, bunlardan birisi olmasa ne olur’ diyerek çocuğunu yolun kenarındaki bir ağacın kovuğuna bırakır. Yaylaya gelince, bu çocuklar bulaşıcı bir hastalığa yakalanır ve hepsi orada ölür. Üzüntülü anne, daha fazla yaylada kalamayarak, zamanından önce tekrar evine dönmek ister. Yolda, hasta çocuğunu bıraktığı yere gelince:

“Ben, buraya hasta çocuğumu bırakmıştım, acaba ne oldu?” diyerek, ağaca yaklaşır. Kadın, ağaç kovuğunun yanına yaklaşınca, oradan bir geyik çıkıp, hızla uzaklaşır. Anne bir de bakar ki, hastalıktan ölmek üzere olan çocuğu iyileşmiş, serpilmiş, sağlıklı bir çocuk olmuş! Çocuğu hemen kovuktan alarak evine döner. Geyiğin beslediği bu çocuktan “Yaylaoğulları sülâlesi meydana gelir. Rivayete göre, bugün bu sülâlenin geyik eti yemesi haramdır (Şimşek, 1995: 17).

Çoban Kayası

Dereli ilçesine bağlı Akkaya Köyü’nün olduğu yerde yıllar önce bir çoban yaşardı. Kaval çalarak koyunlarını güden çoban amcaoğluyla yarenlik etmektedir. Çoban çok sevdiği, yarenlik ettiği amcaoğlunun aslında kız olduğunu, isminin de Sedef olduğunu öğrenir. Kız olduğu anlaşılan Sedef bundan sonra artık çobanla yarenlik edemez. Çoban dostunu kaybettiği için çok üzülür öte yandan, Sedef’e âşık olur. Sedeften uzaklaşmak isteyen çoban dağlara çıkar, aşkını kavalıyla dile getirir. Sedef Kız evde onun kavalının nağmelerini dinleyerek teselli bulur.

Koyunlarını otlatmak için dağa çıkmış olan çobanı eşkıyalar tutsak eder. Eşkıyalardan son bir kere kavalını çalıp sevgilisine ve köye veda türküsü söylemek için izin alır. Çoban yüksek bir kayanın üzerine çıkıp kavalını çalmaya başlar. Kavalın sesine kulak kesilen Sedef Kız, kavalın sesinden neler olduğunu anlar. Yanına kırk atlı alarak çobanı kurtarır.

Efsanede çobanın üzerine çıkıp kaval çaldığı kaya, köyde Akkaya adıyla bilinir. Köylüler bu kayanın köye bereket ve sağlık getirdiğine inanmaktadırlar (Kaya, 1999: 186-187).

Denizin Üstünde Yürüyen Çoban

Eskiden bir çoban Allahu Ekber deyip tepesinin üstüne yuvarlana yuvarlana namaz kılarmış. Bunu bir hoca yuvarlana yuvarlana namaz kılarken görüp:

“Sen ne yapıyorsun.” demiş. Çoban da:

“Namaz kılıyorum.” demiş. Hoca çobana:

“Böyle namaz kılınmaz.” demiş. Çoban:

“Ben böyle kılındığını biliyorum.” demiş. Neyse doğrusunu öğretmişler. Şöyle kılacaksın böyle yapacaksın diye tarif etmişler. Adam namaza durmuş ama duayı unutmuş. Buna namaz kılmayı öğreten adam da bir kayığa binmiş Rusya’ya gidiyormuş. Çoban peşinden gidip:

“Bana öğrettiğin duayı unuttum tekrar öğret.” demiş. Çoban kayıkla denizde seyahat eden hocanın yanına denizin üzerinde yürüyerek gelmiş. Çoban resmen denizin üzerinde yürüyormuş. Duayı öğreten adam bu durumu görünce:

“Var bildiğin gibi kıl.” demiş. Çoban geri dönüp gelmiş (Küçük, 2011: 141).

Gelin Kayası

İnsan suretine benzeyen kayalıklarla ilgili efsanelere Doğu Karadeniz’de çok sık rastlanır. Gelin Kaya / Gelin Kayası efsaneleri de bu türdendir. Giresun’da çok sayıda Gelin Kayası efsanesi anlatılmaktadır. Konu olarak birbirlerine çok benzeyen Gelin Kayası efsanelerinin en çok rastlananları gelin-kaynana çekişmesi sonucunda kaynana bedduası alan gelinin taşa dönüştüğü anlatılardır.

Savaş zamanı Rumlar köyleri bastığında köydeki kadınların hepsi kaçmış. Gelinin biri de kucağına çocuğunu almış kaçıyormuş. Kaça kaça en son bugün Çanakçı’da gelin kayası denilen kayanın olduğu yere kadar gelmiş. Artık kaçacak yeri kalmamış. Çünkü oradan sonrası uçurummuş. Artık yapacak bir şey kalmadığını anlayınca:

“Allah’ım beni ya taş et dondur ya kuş et uçur” demiş. Allah ilk dileğini kabul etmiş gelin çocuğuyla birlikte oracıkta taş olup kalmış. Bugün gelin kayası olarak kaya gerçekten bir kadına benzemekte göbeğinden de su fışkırmaktadır (Küçük, 2011: 128). 

Tirebolu’nun Örenkaya köyündeki Gelin Kayası efsanesi şöyledir: Seferberlikte Rusların doğu Karadeniz’i işgal ettiği sıralarda Harşit Çayı’nın bir tarafında Türkler, bir tarafında da Ruslar vardır. Savaş dönemidir ve herkes korku içinde yaşamaktadır. Bir gün gelin ile kaynana, suya giderken, karşılarına düşman askerleri çıkar. Çocuğunu da düşünerek korkan gelin, “Allah’ım, ya beni taş et dondur, ya da kuş et, uçur.” der. Duası kabul olur ve oracıkta taş kesilir (Oğuz – Ersoy, 2007: 80).

Çanakçı ilçesinde Gürgentepe yakınlarındaki Gelin Kayası diye anılan yer, aynı adla anlatılan bir efsaneye konu olmuştur. Efsaneye göre çobanlık yapan genç bir kadın hayvanları otlatırken uyuya kalır. Geç vakitte uyandığında yabani hayvanların etrafta dolaştığını görüp korkar. Çaresiz kalıp; “Allah’ım ya beni taş edip dondur ya da kuş edip uçur” diye dua eder. Dileği yerine gelir; çocuğuyla birlikte orada taş kesilir (Kutlu, 2011:126).

Alucra ilçesine bağlı Koman köyündeki Gelin Kayası efsanesi şöyledir: Koman köyündeki bir aile yayladan göçerken yemek yemek için bir yerde durur. Gelin, hemen sacı kurar ve hamur yoğurup ekmek pişirmeye başlar. Bir yandan bu işle uğraşan gelin, bir yandan da küçük çocuğuyla ilgilenir. Çocuğun altının kirli olduğunu anlayınca onunla ilgilenmekten ekmekleri sacda unutur. Ekmekler yanar ve gelin telaşa kapılır. Kaynana huysuz ve aksi bir kadındır. En ufak hatayı büyüten, bağıran ve kötü davranan bir insandır. Kaynanasının huyunu bilen ve kendisine ağır sözler söyleyeceğini düşünen gelin, “Allah’ım, beni kaynanamın diline düşürme, eline bırakma. Beni taş et.” diye dua eder. Bunun üzerine duası kabul olur ve oracıkta taş kesilir (Oğuz – Ersoy, 2007: 78).

Hacca Giden Fakir

Vaktiyle Kulpar Köyü’nde çok fakir bir adam varmış. Bu adam geçimini bileğinin gücüyle temin edermiş. Yıllarca kazandığı paralardan geçiminden arta kalanı hacca gitmek için biriktirmiş.

Öyle bir zaman gelmiş ki biriktirdiği paralar kendisini hacca götürüp getirecek kadar olmuş. O sene hacca gidecek olanlarla birlikte O da hacca gitmek için hazırlanmaya başlamış. Eskiden hacca yaya gidildiğinden, hac yolcuları da kafileler halinde yola çıkarlarmış.

Nihayet hacca gidilecek gün gelir. Fakir adam da hac kafilesine katılmak için biriktirdiği paraları yanına alarak herkesle helâlleştikten sonra evinden ayrılır. Daha köyünden ayrılmadan çoluğu çocuğu aç kalmış çaresiz bir kadınla karşılaşır. Kadına derdini sorunca durumu öğrenir. Hemen para kesesini çıkararak hepsini kadına verip, “Benim de bu seneki haccım bu olsun.” der ve geri evine döner.

Hac kafilesinde bulunan diğer arkadaşları yollarına devam ederler. Mekke’ye varıp Kâbe’yi tavaf ederlerken köyde kalan fakir arkadaşlarını da kendi aralarında görürler. Bunlar hac vazifesini yapıp geri dönerken, yolda geceledikleri bir yerde, “Allah’ım bize haccı kabul olan bir kulunu göster.” diye dua ederler. O gece hacılar rüyalarında kendileriyle birlikte yola çıktıktan sonra tüm parasını çaresiz kalmış bir kadına veren fakir arkadaşlarını görürler.

Hacılar, köye geldiklerinde doğruca bu fakirin evine gidip onu ziyaret ederler ve gördüklerini kendisine anlatırlar. Fakir adam “Ben hacca gitmedim.” dediyse de gelenler onun eline eteğine kapanarak hayır duasını almaya çalışırlar. Bundan sonra da herkes bu fakire karşı oldukça hürmetkâr davranır (Gökşen, 1999: 82).

Kocakarı Soğuğu

Nisan ayının sonunda veya mayıs ayının başında bir soğuk olur. Yaylaya gitmek isteyenler bu soğuk geçtikten sonra giderler. Havalar ne kadar ısınırsa ısınsın bu soğuğun geçmesi beklenir. Bu soğukla ilgili olarak şöyle bir efsane anlatılır:

Zamanın birinde kocakarının biri yaylaya gitmek için hazırlık yapıyormuş. Bunu görenler “Ne yapıyorsun? diye sormuşlar. O da “Yaylaya gideceğim.” demiş. Soranlar “Allah izin verirse gideceğim de.” demişler. O da Allah izin verse de gideceğim vermese de gideceğim.” demiş.

Kocakarı bütün hazırlıklarını tamamlayıp yola çıkmış. Kadın yolun bir kısmım gittikten sonra hava birden aşırı derecede soğumuş. Kocakarı ve hayvanları yolda donarak ölmüşler. Allah onu söylediği sözden dolayı cezalandırmış. Bundan sonra bu zamanda sürekli soğuk olmaya başlamış. Bu yüzden halk bu soğuğa Kocakarı Soğuğu demiş. Şimdi hâlâ yaylaya gidecekler “Hele kocakarı donsun da öyle gidelim” derler (Gökşen, 1999: 190).

Ot Bitmez Tepesi

Bektaş Yaylası’nın yakınında bulunan Yürücek Tepesi’nde bir dönüm veya biraz fazla büyüklükte bir yerde hiçbir şey bitmez. Bundan dolayı halk buraya “Ot Bitmez Tepesi” der. Burada hiçbir şeyin bitmemesine sebep olarak şöyle bir olay anlatılır:

Çok eski bir zamanda burada kanlı bir savaş. Tabiri caiz ise kan gövdeyi götürmüş. Bu savaşta ölenlerin kanları burada toplanarak bir kan gölü oluşmuş. Bu kan gölü kuruduktan sonra burada hiçbir şey bitmemiş.

Ayrıca bu savaşta kesilen insanların başlarının taşlaştığı ve bu çevrede bulunan yuvarlak taşların bu savaşta kesilmiş olan başlar olduğu söylenmektedir (Gökşen, 1999: 159).