TRABZON HALK KÜLTÜRÜ

Sözlü Edebiyat

Adlandırmalar

İnsan İsimleri

Karadeniz Bölgesinde eskiden geniş aile tipinin yaygın olduğu evlerde çocukların ismini genellikle evin büyükleri, dedeler-nineler verirdi. Onlarda yine kendi büyüklerinin veya geçmişten birinin anısını yaşatmak için tercih ederlerdi. Bununla birlikte isim vermede öncelik Kur’an’da anılan veya adı geçen isimlerden olması idi. Bilindik isimler kız ve erkek çocuklarda çok uzaklaşmadan ufak değişikliklerle de kullanılabilirdi. Bölge de orta yaş üstü kişilerde; Hüsnü-Hüsniye, Dursun-Dursune, Fatma-Fadime gibi farklılıklarla bu isimler karşımıza çıkabilir.

Günümüzde geniş aileler bir arada yaşamaktan uzaklaştığı gibi bu geleneklerden de uzaklaşılmıştır. Artık çocuğa isim verme konusunda anne-baba söz sahibi olmuştur. Büyüklerinin tekrar edilegelen eski isimlerindense daha popüler ve modern isimleri tercih etmeye başlamışlardır. Bu duruma televizyon dizilerinin katkısı büyüktür. Kişiler dizilerde sevdiği karakterlerin isimlerini çocuklarına vermekten imtina etmez olmuşlardır.

İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü isim istatistiklerine göre Trabzon ilinde en çok kullanılan isimler;

Türkiye

Trabzon

Kadın

Erkek

Kadın

Erkek

Zeynep

Yusuf

Fatma

Mustafa

Elif

Eymen

Ayşe

Mehmet

Hiranur

Ömer

Emine

Ali

Defne

Mustafa

Asiye

Ahmet

Miray

Miraç

Hatice

Hasan

Lakaplar

Lâkap kelimesi Trabzon ve Rize’de lagop formunda telaffuz edilirken, Trabzon’un Rumca etkisinde kalan bölgelerinde ‘barenim’ olarak kullanılır.

Bölgede kullanılan lâkaplara örnekler:

Langur Hüseyin (ince uzun boyundan dolayı), Vadavat Apti (köyün demircisi), Kazkalak Memet, Gundul İbrahim, Kertuk Halil, Piç Yakup, Kıvırzıvır İbrahim, Kont Fahri, Portatif Haluk, Mobil Osman.

Barenim örnekleri:

Krifo plastiko (sinsi), Palosaç (şişman kişiler), Hoboroz (dağınık, pasaklı kişi), Fitikoz (güzel giyimli, kısa boylu kişi), Kodora (boş gezen), Kakameş (kambur yürüyen insan), Maisa (büyüyle uğraşan, kötü kişi), Kosbodinos (yakışıklı, güzel) (https://ozhanozturk.com/2017/08/28/komik-lakaplar/).

Unvanlar

Hacca gidenlere isimleri ve lakapları dışında “hacı” diye hitap edilir. Ağa unvanı günümüzde maddi anlamda eli geniş kişiler için kullanılır. Evinde çok sık misafir ağırlayan hanelerin sakinlerine de “ağa” unvanı yakıştırıldığı görülür. Din eğitimi veren hocaların ileri gelenleri için “molla” denilmektedir.

Akrabalık ve Hısımlık Terimleri

Günümüz Türkçesinde ‘abla’ olarak kullandığımız büyük kız kardeş anlamındaki terim Doğu Karadeniz lehçelerinde özellikle Trabzon’da ‘abula’ biçiminde söylenmektedir. Sadece büyük kız kardeş için değil aynı zamanda akraba olmayan kadınlara saygı, sevgi göstergesi olarak da kullanılır.

Trabzon’un bazı köylerinde babanın kız kardeşine ‘hala’ yerine ‘bibi’ kullanılmaktadır.

‘Hala’ terimi daha çok köyde akraba olmayan yaşlı kadınlar için kullanılır.

Doğu Karadeniz’de babanın erkek kardeşine ‘amca’ yerine yaygın olarak ‘emice’ denilir. Ayrıca köylerde akraba olmayan yaşlı erkeklere de bu şekilde hitap edilir.

‘Dayi’ annenin erkek kardeşidir. Trabzon Şalpazarı’nda Kelimenin sonuna –mu ek getirilerek kuzenler tanımlanmaktadır: Dayimu (dayıoğlu), dezemu (teyzeoğlu), emicemu (emiceoğlu), halamu (halaoğlu). Yine Trabzon Şalpazarı’nda, doğuma yardımcı olan kadın olarak kullanılan ‘ebe’ terimi babaanne olarak kullanılmaktadır.

Kız kardeş anlamında kullanılan ‘paçi’ terimi, akraba olmayan genç veya bekâr kızlar içinde kullanılır. Erkek çocuklara da ‘uşak’ denilir.

Evladın çocuğu anlamındaki ‘torun’ kelimesi Trabzon’da erkek yeğen anlamında kullanılır.

Yer Adları

Şehir, kasaba, köy, yayla, kışlak gibi yerleşim alanlarına ve dere, tepe, göl, ırmak gibi yerlere konulmuş olan adlar gelişigüzel tespit edilmemiştir. Bu adlar aynı zamanda milletlerin tarihi soy-sop ve geçmişleriyle yakından ilgilidir. Yer adları ağırlıkla bölgenin doğal coğrafi özelliklerine atıf yapar. Örneğin bir akarsu, çok derin vadide akıyorsa ve gün ışığından yeterince yararlanamıyorsa ona “kara dere” ismi yakıştırılabilir. Coğrafi özelliklerden sonra yer adlarında en etkili olan faktör bölgede yaşayan insanların özellik ve nitelikleridir. Kişi, boy ve aşiret adları, yer adlarına kaynaklık edebilmektedir. Yaylalar ve obalar isimlerini bulundukları mevkiden veya ait oldukları köy ve köylülerden alırlar (Özgüner, 1970). İlk çağlardan beri yörede pek çok kavim değişik zamanlarda bulunup yöreye kendi adlarını verdikleri gibi Salur, Kırgız, Hitit ve Moğollara ait adları da yöreye taşımışlardır.

Doğu Karadeniz bölgesinde, tarih boyunca bu bölgede yaşamış halkların adları, dilleri ve kültürleri yer adlarına etki etmiştir. Trabzon, kolonicilerden çok önce Orta Asyalı kavimler tarafından keşfedilmişti. Osman Coşkun’un yer adlarıyla ilgili yaptığı çalışmada Doğu Karadeniz’deki birçok yer adının Türkçe-Rumca, Gürcüce-Türkçe, Türkçe-Lazca gibi bileşimlerden oluştuğunu tespit etmiştr (Coşkun, 2013).

Tarih boyunca farklı milletlerin hâkimiyet sürdüğü Trabzon coğrafyasında doğal olarak sosyo-kültürel değişimler de olmuştur. Bu kaçınılmaz değişimlerden yer adları da nasiplenmiştir. Yer adları da zaman içinde gerek söyleyiş, telaffuz farklılıkları gerekse baskın olan kültürün tesiriyle değişikliğe uğramaktadırlar. Beşikdüzü’nde, Kilise Kıranı denilen yerde, yıkık bir kilise vardır. Kilisenin taşları beyaz renkte olduğu için köyün adına da Ak Kilise denilmiştir. Ak Kilise zamanla, “Akise” daha sonra da bugün köye ad olan “Akkese” şeklini almıştır.

Trabzon sözcüğünün anlamına dair tarihi kaynakların hemen tümünde Yunan kökenli kolonicilerin bölgede ilk olarak yerleştikleri yerin düz ve masayı andıran şekilde olmasından dolayı şehre “masa” anlamındaki “Trapezus” ismini verdikleri yazılıdır.

Trabzon adı, yapısal yönden birleşik bir ad olup “Trab” ve “zun” öğelerinden oluştuğu söylenebilir. Ek niteliğindeki “-zon, -zun” yer (mekân) bildirmektedir. Eğer dil bakımından yapısal çözümleme doğruysa, Trabzon “Trab’ların ülkesi” anlamına gelmektedir. Böyle düşünülünce Trabzon yöresinde oturan Orta Asya kökenli Trab, Tibar ve Şilaplar’ın bu kente ad vermiş olduklarını kabullenmek gerekir (Yılmazçelik, 1999).

19. yüzyılda bölgenin tarihi üzerine araştırmalar yapmış olan Texier ve Pullan Trabzon’un kuruluşunda rol oynamış olan ve Yunanlıların “Pelasges” dedikleri bir halktan söz eder. Orta Asyalı olan bu kavim sürekli olarak batıya ilerleyerek Akdeniz’in tüm sahillerinde koloniler kurmuş. Kendilerine Likaon’un oğlu Trapezus’u lider kabul etmişler. Bunlar Akadya’da kurdukları şehre Trapezus adını veriyor. Aynı adla Karadeniz sahillerinde de bir şehir kuruyorlar. Bundan sonra da Trapezuntien adıyla anılıyorlar. Trabzon şehrinin ilk kurucuları bunlar olduğu için şehir bunların adıyla anılmış. Texier ve Pullan’a göre masa şeklinden mütevellit rivayetler Greklerin kelime oyunundan ibarettir (Hacıfettahoğlu, 2012: 67; 107-109).

Şakir Şevket “Trabzon Tarihi” adlı eserinde çok eski dönemlerde şehre güneş ülkesi anlamında Hurşid-abad dendiğini, Trabzon ismiyle ilgili olarak da halk arasında anlatılan “Tuğra Bozan” adlı bir efsaneden de söz eder (Şakir Şevket, 2013: 52-54). Evliya Çelebi de, Fatih’in buraya “eğlence yeri” anlamına gelen “Tarb-ı Efzun (Tarb-ı Efsun=Tarab-efzun) ismini verdiğini ifade etmektedir (Evliya Çelebi, 1998: 45).

Şakit Şevket’in Trabzon Tarihi’inde Of isminin, yılan gibi kıvrımlı yolları işaret eden “Ofis” sözcüğünden geldiğini belirtilmiştir.

Eski adı “Platana” olan Akçaabat Bjişkyan’a göre eskiden burada yaşayan halk çınar ağacına tapınıyordu ve çınar anlamına gelen “platana” bu nedenle yöreye ad olmuştu (Bıjişkyan, 1969: 40).

Pekçok yer adı efsanelere konu olmuştur. Tonya ilçesinin ismiyle ilgili şöyle bir efsane anlatılır: Tonya, güzelliği dillere destan Rum Kralının kızıdır. Kız bir gün çok hastalanır, hastalığına çare bulunamaz. Doktorlardan biri çamlık, havadar bir yerde yaşarsa, düzelebileceğini söyler. Tonya’da bir konak yaptırmaya karar verirler. Kral, kızı için yaptırdığı konağa taşınır. Kız ölür, yaşadığı ilçenin adı “Tonya,” konağın bulunduğu yer de “Konakyanı” diye anılır (Işık, 1998: 58-67).

İdari yöneticilerin kararlarıyla da yer adlarında değişikliğe gidilebilmekte ve yeni adlar ortaya çıkabilmektedir. Doğu Karadeniz bölgesindeki yer adları 1. Dünya Savaşı öncesinde devlet eliyle topluca değiştirilmek istenmiştir. 1916 yılında Enver Paşa’nın da girişimiyle Dahiliye Nezareti yer adlarının değiştirilmesiyle ilgili bir bildiri yayınladı (14 Teşrin-i evvel 1331/27 Ekim 1915). Bu tezkere 24 Teşrin-i sani 1331(7 Aralık 1915)’de Trabzon’a geldi ve aynı gün sancak ve kaza merkezlerine iletildi. Bu emirnameye göre Osmanlı ülkesinde Ermenice, Rumca, Bulgarca, hatta Müslüman olmayan kavimlere ait vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir gibi bütün adlar Türkçe’leştirilecektir. Ancak yeni adların kullanımında zorluklar meydana geldiğinden 1964 yılında Trabzon yer adları tekrar değişikliğe uğramıştır (Uzun, 2005: 6-9).

Trabzon ilinde bulunan bazı köylerin eski ve yeni adları (Köylerimiz, 1968):

Merkez ilçe Ortahisar

Eski adı

Yeni adı

Ağrıt

Ağıllı

Anifa

Akoluk

Argaliya

Uğurlu

Aşağı Meseriya

Kutlugün

Büyük Samarusya

Yeşilyurt

Coşera

Sayvan

Hoha

Ayvalı

Holamana

Beşirli

Hoskirasya

Çilekli

Hosmeşalos

Çimenli

Hospalavrak

Pelitli

Hostismasya

Bostancı

Hurdimera

Doğançay

Kadrul

Oğulağaç

Kalciya

Toklu

Kanlika

Beştaş

Karlıkhozemya

Akkaya

Karlıkşumerya

Karakaya

Kilat / Hortokop

İncesu

Kisarna

Bengisu

Komera

Yalıncak

Kongol

Sevimli

Mahmat

Geçit

Polita

Çamoba

Yanika

Okçu

Zanbur

Dolaylı

Zangariya

Yeşilova

Zefanoz

Bulak

Akçaabat

Eski adı

Yeni adı

Bodamiye

Derecik

Cagera

Ağaçlı

Caneni

Cevizli

Cavana

Salacık

Cayara

Akdamar

Cera

Çamlıdere

Çarşuda

Akören

Fakalenca

Demirtaş

Fiz

Demirci

Gozoysa

Akpınar

Gulaliyoz

Taşocağı

Haldandoz

Zeytinlik

Hameniya

Çiğdemli

Haraka

Yolbaşı

Hatalita

Karacakaya

Holku

Tepeören

Horcorot

Dumankaya

Horovi

Aykut

İhtimena

Gökçeler

İlana

Uğurlu

İlanoz

Çevreli

İpsil

Ortalan

İspendan

Çatalzeytin

Kalegra

Meşeli

Kalenüma

Söğütlü

Kalkiya

Gürgendağ

Kalonya

Oğulkaya

Kalyera

Çiçeklidüz

Karikliya

Meydankaya

Kutoz

Korucu

Kuzari

Benlitaş

Lefka

Çınarlık

Mayer

Genez

Metinkaniya

Sertkaya

Mimera

Erikli

Mucura

Doğanköy

Muhula

Kuruçam

Panakotla

Küçük Tepeköy

Vartara

Taşlıca

Araklı

Eski adı

Yeni adı

Ağnas

Değirmencik

Aho

Ayvadere

Aşa

Sularbaşı

Avanos

Yıldızlı

Ayman

Sulakyurt

Bifera

Tosunlu

Büyük Ayven

Köprüüstü

Büyük Zimla

Kestanelik

Canayer

Buzluca

Foşa

Çukurçayır

Haruksa

Dağbaşı

Horyan

Tekneciler

Kadavol

Özgen

Kahura

Yeşilce

Loşa

Taşgeçit

Kukuda

Çapanlı

Küçük Ayven

Kükürtlü

Küçük Zimla

Keçikaya

Linostaş

Yassıkaya

Mahura

Bereketli

Pirki

Taşönü

Arsin

Eski adı

Yeni adı

Arsenibala

Elmaalan

Cicera

Çubuklu

Digenebala

Işıklı

Digeneizir

Dilek

Elemenos

Gölgelik

Foşa

Fındıklı

Güneyzazana

Güneyce

Kadaruksa

Çardaklı

Karon

Karaca

Korgen

Kuzguncuk

Ladomkebir

Yaylacık

Ladomsagir

Madenli

Mukuzi

Yolaç

Çaykara

Eski adı

Yeni adı

Alisinos

Uzuntarla

Arşala

Tüfekçi

Aşağı Hopşera

Soğanlı

Aşağı Mimilos

Aşağı Kumlu

Aşağı Ogene

Köknar

Coroş

Taşkıran

Fotgene

Taşçılar

Fotrekan

Çayırbaşı

Gorgoras

Eğridere

Haldizen

Demirkapı

Holaysa

Yeşilalan

İpsil

Arapözü

Kalanas

Çalışanlar

Makidanos

Ormancık

Mezreapaçan

Taşlıgedik

Mimilos

Yukarı Kumlu

Ogene

Karaçam

Maçka

Eski adı

Yeni adı

Ağursa

Bakımlı

Aksa

Duralı

Armenos

Ergin

Aşağı Hortokop

Kozağaç

Aşağı-Murlaka

Sındıran

Boğoç

Üçgedik

Bondila

Güzelce

Cibanos

Kuşçu

Ciharlı

Hamsiköy

Divranos

Gölçayır

Galyanmesahor

Çamkonak

Guryeni

Öğütlü

Hamurya

Sukenarı

Hozari

Gayretli

İlaksa

Mataracı

İpsori

Işıklar

İskopya

Ardıçlıyayla

İspela

Ocaklı

İzaksa

Sakızlı

Kıransa

Anayurt

Kızera

Bakırcılar

Kodila

Ormaniçi

Kok

Armağan

Konaka

Bağışlı

Konga

Alaçam

Kudala

Yemişli

Kudula

Kırantaş

Kusera

Ormanüstü

Kuştul

Şimşirli

Larhan

Akarsu

Livera

Yazlık

Lolongena

Kumrulu

Magura

Örnekalan

Mandiranoy

Alataş

Meksila

Çatak

Melanlı

Çıralı

Paparza

Çamlıdüz

Prastiyos

Temelli

Soldoy

Sevinç

Valena

Arıkaya

Zavera

Dikkaya

Of

Eski adı

Yeni adı

Alanohankova

Meydanlı

Alanohasot

Pazarönü

Alanomakot

Ağaçlı

Ançipranos

Geçitli

Aşağı Hastikos

Kışlacık

Bülalis

Meyvalı

Büyük Mesoşor

Sarmaşık

Çalek

Sıraağaç

Haksa

Ovacık

Hamlan

Saraçlı

Halt

Söğütlü

Hanlut

Dağönü

Hapşozin

Onurlu

Hazerkozan

İkidere

Hüdazarsenli

Yaylaören

Hümrakkaban

Yerkesik

Hündestepanoş

Topaklı

İstavri

Yemişalan

İşteloz

Uluağaç

İvyan

Yazlık

Kalant

Köyceğiz

Kancı

Sarıbey

Kazret

Ağaçbaşı

Kırantamakidanoz

Dağalan

Kırantamavrant

Dumlusu

Komanit

Kumludere

Komarita

Barış

Konohorhom

Yayvanoba

Konoyazıcı

Bayırca

Korkot

Yırca

Kuruç

Sivrice

Küçük Mesoraş

Göksel

Lekahumruk

Çamlı

Lozandoz

Örtülü

Maküftiryalı

Pınarca

Makitoramanlı

Taflancık

Makiyalovas

Dereyurt

Malpet

Korucuk

Mapsino

Gürpınar

Melinoz

Ballıca

Varelit

Güresen

Vuydak

Pınaraltı

Yaranoz

Yanıktaş

Mavrant

Gürfındık

Zaryos

Serince

Sürmene

Eski adı

Yeni adı

Anaraş

Yemişli

Aşağı Kumanit

Aşağı Çavuşlu

Aşağı Vizera

Aşağı Ovalı

Büyük Arhançilo

Büyük Doğanlı

Büyük Gorgor

Fındıcak

Çimilit

Yağmurlu

Halanik

Zeytinli

Holomezere

Yılmazlar

Huvra

Üzümlü

Kalis

Konuklu

Karakanzı

Üstündal

Kuçera

Gültepe

Küçük Arhançilo

Doğanlı

Küçük Gorgor

Küçük Dere

Lazanat

Çimenli

Makavla

Petekli

Makrandoz

Kutular

Mazuka

Karacakaya

Seveho

Ormanseven

Vunit

Oylum

Vizera

Ovalı

Zikoli

Yokuşbaşı

Tonya

Eski adı

Yeni adı

Anabadema

Çayıriçi

Kadahor

Çayırbağı

Lefkiye

Kösecik

Manganaboz

Sağrı

Mesopliya

Dağlıca

Vakfıkebir

Eski adı

Yeni adı

Aroz

Dolanlı

Bondika

Kovanlı

Göristan

Görenli

Huplu

Kutluca

Kadahor

Gürgenli

Kancuma

Ağaçlı

Kefli

Hünerli

Kulkandoz

Serpil

Mudra

Gülbahçe

Pehliçukur

Pelitçik

Yobol

Çeşmeönü

Atasözleri

Açuk boğaz aç kalmaz.

Adam olacak uşak dibinden belli olur. / Adam olacak uşak bokindan belli olur.

Afkuran köpek dalmaz.

Ağzi susmayanun sirti cumburder.

Ajluk ayuya kaval çaldurur.

Akıllı adamın çaruğuni köpek yemez.

Akıllı düşünene kadar deli işini karşiye geçirir.

Al atlardan kır atlara kalduk kuyruksuz atlara.

Ambara sican düşşa başini yarar.

Armudi soy da ye elmayi say da ye.

Arsuz nerden arlanur, çulda giyse sallanur.

Ateşin zorini kazan bilur.

Ayranun beyaz olsun, sinek Bağdat’tan celu.

 

Beyuk olu ahmak olacağuna, kuçuk ol çakmak ol.

Bilmediğin atın ardından geçme.

Bir baş soğan yedi kazan kokutur.

Boğulursan beyuk derede boğul.

Boku ne kadar durtersan o kadar kokar.

 

Çingeneyi vezir yaptılar, önce babasını astı.

Çok konuşan, çok yanılır.

Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz.

Çopeği ang değneği hazirla.

 

Dana mereği, uşak tereği tuçetur.

Dere mülkini koymaz, yetim hakkini koymaz.

Domuz derisinden post devlet adamından dost olmaz.

 

Elden gelen oğun olmaz o da vaktinlan bulunmaz.

Elisi olan bir cun delisi olan her cun ağlar.

Eliyi çok ikarsan ya osuru ya siçar.

Emanet ata binen tez iner.

Eskisi olmayanun yenisi da olmaz.

Eşeğun çektuğuni kayişi bilur.

 

Fena komşu insani mal sahibi eder.

 

Gurbetçinin parası pul, karısı dul olur.

Güvenme dostuna saman doldurur postuna.

 

Harmanda izin olsun, sofrada yüzün olsun.

 

İleri gitme başına vururlar, geri kalma kıçına vururlar.

İmam osurusa cemaat siçar.

İşten artmaz dişten artar.

İtun hatiri yoğisa da sahibinun var.

 

Kan su olmaz.

Kılavuzi karga olanın burni boktan çıkmaz.

Kocakari kiz olmaz.

Kör balta kabahati sapina arar.

Kurda sormişle yeylaya ne zaman cidecesun, çoban bilu demiş

 

Mısır unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz.

 

Ortak atın beli eğri olur.

Osurulacak ağız göte yakın gelir.

 

Siçan deliğe sığmamiş kuyruğuna süpürge takmış.

 

Tarlayı taşlı, kızı kardaşlı al.

Tatli tatli yemenin aci aci siçması olur.

 

Uşenenun uşaği olmadi olan da doğri durmadi.

Üşenenin uşağı olmaz.

Uzun olan ahmak olur, kısa olan çakmak olur.

 

Ya çalış, ya açlığa alış.

Yel esmezse yaprak (çöp) kımıldamaz (sallanmaz).

Yiyen bilmez, kotaran bilur.

 

Zahmetsiz rahmet olmaz.

Deyimler

Kelimelerin kendi öz anlamları dışında başka anlamlar kazandığı bu kalıplaşmış söz grupları, her yörede kendine has şekiller alır.

Adamsuz: Kimsesi olmayanlara ve özellikle dul kadınlara denir.

Afkurmak: Köpek havlaması.

Akılsız baş, neyler tıraş.

Âleme destan olmak: Rezil olmak, insanların diline düşmek.

Altüs paltus: Yuvarlanmak.

Ana babula: Ana baba günü.

Ander kalmak (Ander kalsun): Olmayıversin, lanet olsun.

Apsonlamak: Apson, “Efsun.”

Aruklamak: Zayıflamak.

Aşağa vurmak: Düşmek.

Aynı tavanın balıkları olmak.

Ayni derede yıkanmak.

Ayranım bu, yarısı su.

 

Baş vermek: Tarlaya ekilen tohumların filizlenmesi.

Bel vermek: Dik, dikey durması beklenen yapı malzemesinin (duvar, sütun, destek kirşi) eğrilmesi, kamburlaşması.

Bişe diyeyim da ne olursa olsun: Boş konuşanlar için söylenir.

Bok canli: 1. İşe yaramaz, hazır yiyicilere söylenir. 2. Ahırdaki verimsiz hayvan için söylenir.

Boy vermek: Büyümek.

Burni boktan çıkmamak: Sürekli yanlış işler yapan kişiler için söylenir.

 

Cin çufur olmak: Çok fazla sinirlenilen bir durum karşısında söylenir.

Cin olmadan adam çarpmak.

Cinivizden kalma: Çok eskiden kalma. Antika.

 

Çakçavuris etmek: İnsanı bıktıracak derecede rahatsız etmek.

Çorlanmak: Boş boş gezip yemek, içmek.

 

Dipos Etmek: Değer vermek, saklamak, korumak.

Dokuz gafuli bir atlamak: Aynı anda birçok işle uğraşmak.

Domuza deyneksız gitmek.

 

El ulaği: Sıkıntılı zamanlarda yardıma koşan.

Eren peren: Darmadağın.

 

Fut gitmek: Bir şeyin çok çabuk olması, bitmesi durumunda söylenir: “yemekluk funduk alduk, mubarek fut citti.”

 

Gargaris koparmak: Ortalığı ayağa kaldırmak.

Gaful bağlamak.

Göti kaf dağından görünmek.

Göti havada olmak.

Göz leke olmak: İmrenmek.

Gün sırtı: Bahar gündönümü. / Ekinoks.

 

Hişir olmak: Yorulmak, bir işten usanmak anlamında söylenir.

Hocanun başi, ceğnem taşi

 

İçi canli (İki canlı): Hamile kadınlar için söylenir.

İpten kazuktan gitmek.

İsi gitmek: Halsiz düşmek.

İşmar etmek: İşaret etmek.

 

Kaş kapan: Ot ve çalılardan dolayı kapanmış yol.

Kot kafali: Anlayışı kıt, zekâsı zayıf kişilere söylenir.

Kuyis etmek: Acı acı bağırmak, inlemek.

 

Maldan saymak: Adam yerine koymak.

Mani mani: Yavaş yavaş, peyderpey.

Menine menine: Hoplaya zıplaya.

Meram aramak.

 

Pay edene pay kalmaz.

 

Soradan corme Ermeniden dönme.

 

Vaynas koparmak: Basit bir olaydan büyük bir olay çıkarmak.

 

Yağmasan da damla: Boş durma çalış,  sessiz kalma, karşılık ver manalarında kullanılır.

Yel yepelek: Çarçabuk.

Yüzüne almak: Barışmak. Kocaya kaçan kızıyla bir süre konuşmayan babasının barışması durumunda söylenir; “kizini yuzine aldı.”

Tekerlemeler

Söylenmelerindeki amaç çocukların konuşma, telaffuz kabiliyetlerini geliştirmek olan tekerlemeler konuşma bozukluklarının giderilmesine de yardımcı olur. Hayal mahsullerinin söz cambazlığıyla ve ses benzerliğiyle buluştuğu tekerlemeler çok manidar olabileceği gibi anlamsız da olabilirler.

Masal, şiir, oyun, türkü gibi pek çok türün içinde yahut bağımsız olarak da karşımıza çıkabilir tekerlemeler.

 

 

Ali Dayı al baltayı

Çık ormana kes hurmayı

En aşağa ye çorbayı

Çık dama at kavarayı

---

 

Ay dede ay dede

Yolculuğun nereye

Mancama

Mancamda kimin var

Dayım

Dayının kaç çocuğu var

3

1, 2, 3

Çıkdın çıkardın kimi

---

 

Elem bellem

Cim cim kalem

Atma yutma

Aeni kara

Beni kara

Gelsin, çıksın maskara

---

 

Benim dediğimi deme

Kede bokunu yeme

Kede boku ilaçtır

Burnuna bir kulaçtır

---

 

Hava hava havuli

Hava çalar davuli

Davul düşti kırıldı

Hava kaçti kurtuldu

---

 

İsmeti meti

Kuyruğu kedi

Tuttu bi sıçan

Boğmadan yedi

---

 

Leylek leylek lekirdek

Yumurtası çekirdek

---

 

Bir postum var atarım

Nerede olsa yatarım

---

 

Çarliston’un havası

Yandı balık tavası

---

 

Yavrimun yavrisi

Yarisi da yılan yavrisi

Bilmeceler

Halk bilmeceleri, uygarlığın gelişmesi, modern iletişim ve eğlence araçlarının yaygınlaşmasıyla yok olup gitmekte olan halk kültürü varlıklarındandır. Elli yıl öncesinde, sohbetlerde, mevsimine göre, tütün dizme, fındık bahçelerindeki ve harmanlarındaki çalışmalar sırasında, mısır soyma imecelerinde sorulan meseller yerlerini radyo ve televizyonun getirdiği yeni eğlence alışkanlıklarına bırakmıştır (Duman, 2011: 438). Bilmece soruları çoğunlukla kafiyeli olur. Bilmecelerin çocukların zekâsını geliştirdiği düşünülür ve bu nedenle genellikle çocuklara sorulurlar. Soruya muhatap olan kişi cevabı bilemediği durumda, yardımcı olmak maksadıyla ipuçları verilir.

 

Abdest alır, namaz kılmaz. (Cenaze)

 

Aç durur susuz durmaz. (ibrik)

 

Ağzı yok adam ısırır. ( Isırgan otu)

 

Aj duru susuz durmaz. (Güğüm)

 

Altmış iki dişi var, iki adamlan işi var, bi da kar yağışi var. (Tomruk hızarı)

 

Bahçesi beyaz, tohumu siyah, elle dikilir, dille biçilir. (Mektup)

 

Ben diyeyim sen bil. (Zenbil)

 

Ben ne idim ne idim, samur kürklü bey idim, felek beni haşladı, kızgın külle dağladı. (Kestane)

 

Bir ağacı oydular, içine dünyayı koydular. (Radyo)

 

Bir değneği var, yedi kat gömleği var. (Mısır)

 

Bir hanım var pek zayıf, bir gözü de kayıp. (İğne)

 

Bir kara kocakarı, etekleri yukarı. (Ocak, ateşlik zinciri)

 

Bir kuru kafa oturur rafa, yemesi tatli maymun suratli. (Kabak)

 

Bir odanın içinde kırk sarıklı baş. (Kibrit)

 

Bir ufacuk sanducak içi dolu fundacuk. (Ceviz)

 

Çarşıdan alınmaz, mendile koyulmaz, taduna doyulmaz. (Uyku)

 

Çozun beni ipumden vereyim size yukumden. (Yayık)

 

Dağ başina kocakari, bacaklari yukari. (Ateşlik zinciri)

 

Dağdan gelir dağdacuk, gömlek giyer göt açuk. (Keçi)

 

Dağdan gelir tak gibi, kolları budak gibi, eğilir su içmeye, bağırır oğlak gibi. (Kurbağa)

 

Dut ağacını oydular, içine neşe koydular. (Kemençe)

 

Elemez melemez, ocak başina gelemez, gelse de geri dönemez. (Yağ)

 

Gideni çok, geleni yok, ordusu çok, pazarı yok. (Cenaze)

 

Gider ip gibi meyvasi olur küp gibi. (Kabak)

 

Hanum içerde saçi dişarda. (Mısır)

 

Kapıyı açar örtmeden kaçar. (Rüzgâr)

 

Kara kazan kapağından asılır. (Hurma)

 

Karni beyuk içi boş, dayak yer suçi yok. (Davul)

 

Mesel mesel meliki, tırnakları on iki. (Kedi)

 

O yanı taş, bu yanı taşi içinde binbir baş. (Cami)

 

Parmak parmak yapısı, göğe doğrudur kapısı. (Sepet)

 

Salkım var üzüm değil, yaşlar var göz değil. (Bulut)

 

Sarı yer sarı kusar, ne yer ne susar. (Değirmen)

 

Sarığımı sara sara, çıktım Ağasara. (Top lahana)

 

Şekere benzer tadı yok, gökte uçar kanadı yok. (Kar)

 

Şu karşıda uşacuk, belinde tabancacuk. (Mısır)

 

Ufak ufak tespihler, uzak yoldan gelmişler, bizum evun ustine, biraz horon etmişler. (Yağmur)

 

Uzaktan baktım dağ gibi, yanına vardım çığ gibi. (Sis)

 

Yaratanın işleri, sırtındadır dişleri. (mısır)

 

Yazın dalda, kışın gölde. (Turşu)

 

Yer altina bin kuzi, arayun bulun bizi. (Patates)

 

Yer altında, feslı hoca. (Sarımsak)

 

Yer altında, saçlı Zeynep. (Pırasa)

 

Yeşil kundaklı bebek, cehenneme girecek. (Mısır)

Ninniler

Annelerin çocuklarını uyutmak için söyledikleri ninniler, söylendikleri yörenin özelliklerini de taşır. Çocukları için güzel dileklerini, hayallerini, dualarını içine katan annelerin yaratıcılıklarıyla çeşitlenir ninniler. Trabzon ve çevresinde ninniye “nani / neni” denir.

 

Dağa gittim dağ uyur ninni

Dağda tavşanlar uyur ninni

Göle gittim göl uyur ninni

Gölde balıklar uyur ninni

Eve geldim ev uyur ninni

Evde yavrum uyur ninni

 

Çalkan Karadeniz çalkan ninni

Gemilerde olur yelken ninni

Bursa’daki Emir Sultan ninni

Himmet eyle oğlum uyusun ninni

 

Dandini dandini danadan ninni

Bağışlasın Yaradan ninni

Dana dana dasdana ninni

Danalar girdi bostana ninni

 

Hu hu hu sana

Çeşmelerden su sana

Penum oğlum uyusana

Haydi penum oğlum nenni

 

Hu hu hu çeker

Kuyulardan su çeker

Penum oğlum uyuyince

Annesi neler çeker

 

Uyur uyur uykusi var

Penum oğlumun uykusi var

Uzak uzak yollarda

Ağabeyileri var nenni

 

Kedi kalur samanlukdan

Uyudukça tadi galur

Pey babasi şindi galur

Nenni penum oğlum nenni

 

Uyusun da peyisun nenni oğlum nenni

Çümenlerde yurusun nenni oğlum nenni

Dualar

Allah analı babalı büyütsün.

Allah dar boğazda bırakmasın.

Allah doğru yoldan ayırmasın

Allah seni bolanuk suya bastırmasın.

Altın perçemli uşakların olsun.

Derelerin bolanuk kalmasın.

Durağın cennet olsun.

Elmişlerunun ruhuna gitsun.

Gök kapilarin açık olsun.

Gökten yağsın yerden toplayasın.

Su verenlerun çok olsun.

Beddualar

Halk kültüründe beddua dediğimiz, mutsuzluğa sebep olan kişiye edilen kötü dileklerin yöreye özgü biçimlerde açığa çıktığını görürüz. Trabzon’un da kendine özgü bedduaları ve bedduaların türkü versiyonları vardır.

 

Allah sana kaşınacak tırnak vermesin.

Allah seni gayya kuyusuna kosun.

Allah’ın kılıcına kalasın.

Arabaların altında kalasın.

Bacanda cazi kalsın.

Beşik donatmayasın.

Bir dilim ekmeğe muhtaç olasın.

Dünya malın olsun da yiyecek ağız bulamayasın.

Hayır da gün görmeyesin.

Kabanlardan uçasın.

Kanın içine aksın.

Ocağunda leor bitsin.

Parçan bulunmasın.

Sellere karışasın.

Tarlanda siran bitsin.

Teneşure gereyim seni.

Verem olasın.

Yere giresin.

 

Beddua içeren bir türkü örneği:

 

Sevdaluk ettim ettim

Kendi kendimi yedim

Sevdaluğun peşine

Gençluğumi tukettum.

 

Aldadın beni yarim

Aldamalan kalasun

O gittuğun yerlerde

Beşuk donaymayasun.

 

Beşuğun başinda

Oturu ağlayasun

Yeşil yoncalar gibi

Açılmadan solasun.

Maniler

Mani, çoğunlukla aşk ve sevgi temasını işleyen ve her konuda yazılabilen bir sözlü edebiyat ürünüdür. Genellikle ilk iki mısra kafiye uyumu ile durumu anlatıp, son iki mısrasında temel düşünce aktarılır. Maniler söylendikleri zamanın ve bölgenin sosyal durumunu, sorunlarını, yaşam biçimini de içinde barındırırlar. Manilerde abartı, alay ve hiciv unsurları oldukları fazladır.

Kafiye düzeni genellikle “a, b, a, b” ve “a, a, b, a” biçimindedir. Üçüncü dizenin serbest diğer dizelerin kafiyeli olduğu “a, a, b, c” biçimi daha sık görülür.

Kalabalık toplantılarda, imecelerde, düğünlerde, sohbetlerde mani söylenir. Mani söyleme genellikle atışma şeklindedir: taraflardan biri mani söylediğinde karşısındaki de altta kalmamak için mani söyler.

Ağacın tepesinde

Yarim yaprak budayi

Bişe demayun bağa

Canım onda tutayi

...

Ah yalilar yalilar

Celiyi Maçkalilar

Alacak canımuzi

Kırmızı fistanlılar

...

April verur gülleri

Gırmizidur her biri

Tatli tatli titirer

Gızlarun yürekleri

Bağçe başi duz olsun

Oçuzlan da surulu

Alduğun cuzel olsun

Ekmeksuz da durulu

Ben atuma yuklemem

Doruk hartamasini

Kimden oğrendun guzim

İnsan aldamasini

Bir muska yazduralum

Camedeki hocaya

Kaldun baba evine

Tez cidesun kocaya

Bu yıl kendir olmadi

Yılındandır yilindan

Kızlar ceyiz yapacak

Keçilerin kılindan

Çıkardım sığirlari

İndiler bahçelere

Gideyim peşlerinden

Düşmesinler derelere

...

Çıktım dağa yukari

Kari bölerim kari

Çaldun gençluğumi

Allah versın belani

Çıktım karayemişe

Ne yedim da ne bişe

Endim altina baktım

Ne aişe ne ne bişe

...

Funduk fustuk olur mi

Ateş yasduk olur mi

Gel biraz Gonuşalum

Boyle dostluk olur mi

Gel otur konuşalım

Dizin dizine vursun

Oyle bi konuşalım

Akan dereler dursun

...

Gemi gelir o baştan

Yelkenleri kumaştan

Ne anam var ne bobam

Yaradıldım bi taştan

...

Habu başluk parasi

Oldi yürek yarasi

Oni icat edenler

Olsunlar yuz karasi

Haburadan aşağa

Ben bi yol aşacağım

Vermasa beni bobam

Ben gene kaçacağım

...

Hey Trabızan Trabızan

İçun kalaylı kazan

Sevdaluk günumuzde

Geldi çatdi Remezan

---

Karşıdan bağıriler

Kariştirın furuni

Bağırma e uşak

Kırarım munzuruni

...

Türkü söylerim pekten

Kız saçların ipekten

Akşamdan geleceğum

Kurtar beni köpekten

---

Ver bağa anahtari

Gideceğum kilere

Ha şini başlayirum

Sevdali türkilere

...

Yanağundan aşaği

Zuluflerun taşayi

Bu ne kada cuzelluk

Benum aklum şaşayi

Yarim tütün içeyi

dirhemi bi liraya

şeker olsam da düşsam

içtuğun tabakaya

...

Yedum lazut çorbasi

Yureğum bolaniyi

Lahanagofilari

Garnumda dolaniyi

---

Türküler

Karadeniz Müziği ibaresi altında günümüze uzanan Doğu Karadeniz Bölgesi’nin yerel müzikleri iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde yörelerde bulunan çalgıcıların çevre yerleşimlere giderek yaylalarda, düğünlerde, eğlencelerde veya özel toplantılarda sanatını icra etmesi ve geri dönmesiyle oluşmuştur (Akat, 2017: 7).

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde en yaygın olarak kullanılan çalgı kemençe ve tulumdur. Trabzon’da müzikal yapı tüm Doğu Karadeniz Bölgesi’nden unsurlar taşıdığı gibi, önemli bir kültür – sanat şehri olması münasebetiyle âşık musikisi, klasik Türk Musikisi, klasik batı müziği, civar yörelerden taşınarak gelen halk musikisi, dini musiki gibi birçok müzik türünü bünyesinde taşır (Akat, 2010: 99). Bununla birlikte yörede söylenen türküler atma türkü, çatma türkü ve mani biçiminde karşımıza çıkar.

Doğu Karadeniz Bölgesi’nde şehir ve köy nüfusunun sosyal olaylar ve göçler dolayısıyla yer değiştirmeye başladığı 1950’li yıllardan itibaren 70’lere gelindiğinde göç tüm yoğunuyla devam etmektedir. Bu dönemlerde Trabzonspor’un ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye’de gerçek anlamda Karadenizlileri bir araya getiren sosyal bir olay gerçekleşmiş olmaktadır. İstanbul’a başkaldıran bir futbol takımının bu müzikle birlikte coştuğu ve sesini ülkeye duyurduğu dönemdir. Türkiye artık kemençeyi ve horonu Trabzonspor’un sayesinde bilmektedir ve önlenemeyen yükselişi ile Doğu Karadeniz’de ve gurbette yaşayan tüm Karadenizliler bu yıllarda bir çatı altında toplanmakta, kemençe ve horonla yatıp kalkmaktadır. Bu olgu Karadenizli kimliğini ve Karadeniz müziğini zirveye taşımıştır. Erkan Ocaklı’nın ve daha sonra Mustafa Topaloğlu’nun bu dönemdeki satış rakamları, popüler müzik piyasasının çok üstünde çıkmıştır.

Yörede söylenen türkülerde a, b, a, b ve a, b, c, b kafiye sıralanışı daha yaygın görülür. Türkülerin dizeleri genelde 7 hecelidir. Manilerin birbirine katılması suretiyle türküler oluşturulabilmekte ve yörede söylenen türkülerin hemen tümü mani dizelerinden oluşmaktadır.

Atma türkülerdeki kafiye düzeni de a, b, c, b, kalıbına göredir. Yörede “türkü yakmak” yerine “türkü atmak” deyişi kullanılmaktadır. Atma türküler özellikle yaylalarda düzenlenen şenliklerde, derneklerde icra edilirdi. Bundan başka imece usulüyle yapılan mısır, fındık hasatlarında da türkü atışmaları olurdu. Düğünlerde atma türkü ustaları yarışır, düğünün en eğlenceli bölümlerini bu atışmalar oluştururdu. Düğünden hemen sonraki cumalık toplantısında hem kız hem de oğlan tarafının yakınları arasında çekişmeli, sataşmalı atışmalar olurdu:

Kurban gelinumuze

Ay doğdi yüzümüze

Kalayli sini gibi

Kuruldu evumuze.

 

Atma türkü örneği:

Diktum yaruma mintan

Astara bak astara

İki türki söyledum

Ettum seni maskara

 

Elumdeki sigara

Düşti gömüldü kara

Sen türkü bilmeyursun

Defol ordan maskara

 

Benum gibi türkici

Bulunmaz buralara

Yarun sizun köydeyum

Görinma oralara (Çelik, 2005: 59)

 

Yörenin Meşhur Türküleri

Ayna Ayna Ellere

Kaynak Kişi: Fahrettin Dilaver

Derleyen: Muzaffer Sarısözen

 

Ayna ayna ellere

Ayna düştü göllere

Ayna gurban olayım

Seni tutan ellere

 

Limanın gerisinden

Görünüyor Araklı

Gızlarla konuşmaya

Meraklıyım meraklı

 

Vakfıkebir ukarı

Tonya teyirler Tonya

Sevdumda alamadım

Ey gidi yalan dünya

 

Başındaki çemberin

Uçları duğum duğum

Sigaramın içine

Sığar mısın sevduğum

 

Çemençemin telleri

Oynatıyı yerleri

Bana derler Rize’li

Çalan eller besbelli

 

Ben Kemençe Çalamam

Kaynak Kişi: Hüseyin Köse

 

Ben kemençe çalamam

İki tane telinen

Benim tuttuğum sevda

Konuşamaz elinen

Gaybana Tırabzona

Yol nereden aşayi

Sevip de alamıyan

Acaba nasıl yaşayi

 

Ah Akçaabat Akçaabat

Kimde idi kabahat

Ben çekildum aradan

Kalanlar etsun rahat

Çıktım dağun başına

Yol bulup aşamadum

Alamadum sevdami

Ona gavuşamadum

 

Gökte uçan teyyare

Selam söyle o âri

Ben çekildum aradan

Bulsun başına çare

Gökte uçan teyyare

Boyaların soldu mi

Aldun gittun ârimi

Boş koltuğun doldu mi

 

Sevduğumun hasina

Vuruldum oyasina

Aca girecek miyim

Yarimin rüyasına

Ha bu akan dereler

Dolsun denize dolsun

Almadın beni sevdam

Olsun bakalım olsun

 

Ben Seni Sevdiğimi

Beste: Hasan Tunç

 

Ben seni sevdiğimi

Dünyalara bildirdim

İndirdin kaşlarını

Babanı mı öldürdüm

 

İn dereye dereye

Al dereden taşlan

Bizden geçti sevdiğim

Al cebimden saçları

 

Kız evinin önüne

Sereceğim kilimi

Oldu hayli zamanlar

Görmedim sevdiğimi

 

Yaz geldi bahar geldi

Açtı yeşil yapraklar

Ben sana doyamadım

Doysun kara topraklar

 

Bizim Yayla Düz Gibi

Kaynak Kişi: Temel Çavdar

 

Bizim yayla düz gibi

Bir su içtim buz gibi

Geldun elli yaşina

Duriyisin kız gibi

 

O gaşları gözleri

Onun ağlamalari

Yaktı yandırdı beni

Çember bağlamalari

 

Bizim yayla düz olur (da)

Kar yağanda buz olur

Gece gel gündüz gelme

El duyanda söz olur

 

O gaşları gözleri

Onun ağlamalari

Yaktı yandırdı beni

Çember bağlamalari

 

Bizim yayla düzüne (de)

Bastım suyun yüzüne

Gel gaçalum sevduğum

Uyma eller sözüne

 

O gaşları gözleri

Onun ağlamalari

Yaktı yandırdı beni

Çember bağlamalari

 

E Çaykara Çaykara

Beste: Erkan Ocaklı

 

E çaykara çaykara

Dört dağın arasında

Güneş almadı ona

Çamların arasından

 

Sar beline beline

Gaytanı yedi keren

Çok da güzel deyilsun

Sevdim seni bir keren

 

Sar beline beline

Gaytanı dolan dolan

Kız alacağum seni

Öyle mahcup oturma

 

E deremen deremen

Issız yere dönersin

Ne mutli olsun sana

Ne güzeller görersin

 

Gemiciler Kalkalum

Beste: Hüseyin Dilaver

 

Gemiciler kalkalım şu yelkeni takalım

Şişirip de yelkeni sırt üstüne yatalım

Kızılırmak başında şu ırgatı atalım

Tutalım balık havyar keyfimize bakalım

 

Kaptan attık ırgatı sende tut ha bu gatı

Gel girelim ırmağa esecek ha şu batı

Gemici uşakları deniz başımın tacı

Yoklayın şu ırgatı inşallah çıkar acı

 

Çekin uşaklar çekin

Hemen aldık ırgatı

Geliyor bir sert poyraz

Vuralım iki katı

 

İsmail amurada

Hasan geçsin çördeye

Uşaklar ben dümende

Coştum arkadaş coştum

Biraz çalam kemençe

 

Dağı aldı bir duman

Oh hava güzel yaman

Doğru yörü ah gelin

Bayıldım aman aman

Bayıldım aman aman

 

İskefiye Deresi

İskefiye deresi

Aksın aksın bolansın

O incecuk bellere

Habu uşak dolansım

Habu uşak dolansın

 

İskefe deresinde

Oynayi uşacuklar

Sevdam da ne yapsın

Bakayı buzacuklar

Bakayı buzacuklar

 

Sabahtan kalktım baktım

Dağların güneşine

Aşkumuzi yazmişuk

İskefe deresine (Keleş, 2018: 106-107)

 

Sivrinin Tepesi

Sivrinin tepesinde

Vardır dikili taşlar

Sol omuzdan aşağı

Aldı sırmalı saçlar

 

Sivrinin güneşiyim

Aşıkların eşiyim

Habu dünya içinde

Ne kada neşeliyim

 

Sivrinin sularini

İçmeden duramasın

Yaruma götüreyım

O benden darılmasın (Keleş, 2018: 108-109)

 

Oy Çalamadım Gitti Sürmene Havasını

Kaynak Kişi: Erman Aydın - Ümit Bekizağa

 

Oy çalamadım gitdi

Sürmene havasuni

Bu yıl da yiyemedum

Hamsinin tavasuni

 

Gel yanuma yanuma

Gidelim yali yali

 

Sürmene yolun uzak

Kurdular bize tuzak

Bu sene köyümüzde

Ne düğünler olacak

 

Gel yanuma yanuma

Gidelim yali yali

 

Yarim gitti ormana

O ıslandı ıslandı

Sorayım ağaçlara

Hangisine yaslandı

 

Gel yanuma yanuma

Gidelim yali yali

 

Oy Trabzon

Beste: Volkan Konak

 

Maçka yoli Hamsiköy orda duramam

Ziganaya varırsen alır bir duman

Yanakları milo milo çocuklar yoldan

Uzatır sana bir tas hamuçera amman

 

Oy Trabzon Trabzonda koynuna daldum

İnce dokunmiş ketensun kokladım sardum

 

Dağlar doli ligaba manişak amman

Argatiya günleri düşledim amman

Çiçek açmış kendirler işledim amman

Vakfıkebir ekmeği dişledim amman

 

Oy Trabzon Trabzonda koynuna daldum

İnce dokunmiş ketensun kokladım sardum

Oy Trabzon Trabzonda

 

Yayla Suları Akarda

Beste: İbrahim Can

 

Yayla suları akarda

Akar gelur çimenden

Yar bana sayar ondan

Bende ganarum senden

Yaylalar otli olur da

Suyi kuvvatli olur

Sevup alamayanun

Hali peruşan olur

He he he he oh oh güzelim ey dağlar ey

 

Aldı duman yürü de

Sis dağı başlarına

Saydum beşi birliyi de

O zalum babasına

Ah Kadırga Kadırgada

Nedur senun hallarun

Göçler yollara indi

Gene şenluk yollarun

He he he he oh oh güzelim ey dağlar ey

 

Türkü Atışmaları / Atma Türküler

Karadeniz yöresi türküleri, özellikle Doğu Karadeniz yöresi halkı tarafından yaratılan sözlü edebiyat ürünleri çoğunlukla güncel yaşamı konu alır. Günlük sevinçler, üzüntüler, sevdalar bu türkülerde vardır (Duman, 2011: 161).

Trabzon yöresinde, özellikle Of, Çaykara ve Sürmene ilçelerinde son yıllara kadar çok canlı bir atışma geleneği vardı. Türkücüler çeşitli şekillerde karşı karşıya gelerek atışırlardı. Bu atışmalar Doğu Anadolu Bölgesinde rastladığımız âşık karşılaşma ve atışmalarına benzer. En büyük farkı, bu atışmaların Trabzon yöresinde guruplar arasında da yapılmasıdır.

Trabzon yöresinde atışmalar, genellikle, düğünlerde, imecelerde veya “Yayla Ortası” denilen şenliklerde karşı karşıya gelen iki gurubun atışması şeklinde olur. Bazen da iki kişi karşılıklı gelerek atışırlar (Duman, 2011: 174).

 

1948 yılında, Çaykara-Uzungöl’de yapılan bir atışmada, o yöreden Haroslu Şükrü ile Nazım İnce atışırlar:

 

Şükrü - Biri Kör, biri Kara,

Nazım oldu maskara

Rezalet çıkti dize.

Nazım - Ben bir küçük ağayim

Hem da azgun boğayim       

Çıkarım köyünüze.

Şükrü - Sozunun farkmdayim

Ben burada yakmdayim

Giderim evunuze (Duman, 2011: 176- 177).

 

İki genç sevgili arasında geçen bir atışma:

 

Erkek: Ta Çalek’ten buriya

Geldi haktiler seni.

Kız: Geri çevirdumlari

Sen seveyidm beni.

Erkek: Oyleysa ne üzersin

Seni kalpten seveni.

Kız: Çok daha sevecesm

Mahşeri bekleyeni.

 

Erkek: Divane âşık gibi, dolaşırım yollarda

Kız senun sebebine, kaldım İstanbul’larda

Kız: Boban beni bobamdan, bir kerrecuk istesun

Allah’un emru ilan, gelunum olsun desin

Erkek: Sar belune, belune, Trabulus kuşağı

E kız sen de der misun, alsam ha bu uşağı

Kız: Yüksek dağun guşuyum, selviye gonacağum

İste beni bobamdan, vermezse gaçacağum

Beraber: Al şalum yeşil şalum, dünyayı dolaşalım

Sen yağmur ol ben bulut, Maçka’da buluşalım (Öncü, 2011: 134).

 

Kız: Atma tüki atarum

Yureğuni yakarum

Eski çaruklarumi

Boğazuna takarum

 

Deremenun oluği

Tikinedur tikine,

Çok açma ağuzuni

Siçan duşer içine.

 

Erkek: Elume çifte kürek

Karışturdum furuni,

Çok açma ağuzuni

Kırarum muncuruni.

 

Kız: Uşak senim fesune

Yama yaptum tersune

Seni bağliyacağum

Ahirun gerisine.

 

Erkek: Deremenun üstine

Taşlara bak taşlara,

Sen türki bilmiyisun

Hadi ordan maskara.

 

Kız: Arkama sepetika

Gidiyirum yaprağa,

Bi turki demeğilen

Soktum seni toprağa (Öncü, 2011: 83).

 

Sürmene’de, yayla yolunda bir erkekle bir kızın atışması:

Erkek: Sen sari ben da sari

Seni, kim tarayacak

Al beni da gidelim

Bizi kim arayacak.

 

Kız: Yaylanın çimenine

Kuzi yayarım kuzi

Bir garip bobam vardur

Vurur da ikimuzi.

 

Kız: Yatma yeşil çimene

Yatup uyanamazsm

Verma beni ellere

Görüp dayanamazsın.

 

Erkek: Parma’nın alatlari

Daldalidur daldali

Aklım gider da gelur

Voltalidur vokali (Duman, 2011: 192).

 

Çaykaralı Mehmet Kılıç (1930-2001) dönemin başarılı atışmacı şairlerindendir. Çamlıhemşin’deki kaplıcaya gider. Orada bir şair kadınla karşılaşır ve atışırlar:

Aynur: Her bir derde şifadır, Hemşindeki ılıca.

M. Kılıç: Yüz bin şifa istersen, kaç gel Mehmet Kılıç’a.

 

Aynur: Aradığım var mıdır, sizin orda kaplıca.

M. Kılıç: Kaplıcalar pahali, bizim ev hesaplıca.

 

Aynur: Ben gelmem sizin eve, ısrar etme amuca.

M. Kılıç: Vermez mi seni annen, ben ona yalvarınca.

 

Aynur: Vurur seni kardaşım, benim kanaatımca.

M. Kılıç: Yemek bol sofra hazır, çay demledim ayrıca.

 

Aynur: Yaracağım başuni, balta ile yarmaca.

M. Kılıç: Abur-cubur konuşma, hareket et hanımca.

 

Aynur: Sen Çaykara, ben Hemşin, gel başlayalım maça.

M. Kılıç: Şaka dedik işittik, olmasın darılmaca. (Duman, 2011: 197).

 

1962 yılında Akdoğan Köyünün Kuçunka bölgesinde iki kadın atışır. Kadınlardan biri erkek kıyafeti giyinen Afacan; diğeri de yörenin meşhur türkücüsü Şehriye’dir (Durgun, 2005: 373-406):

 

Afacan: Şehriye satar misun, şeftali satar misun

Şehriye: Ben yoruldum bu gece, kocamla yatar misun

 

Afacan: Sen her gece kocani, birine satar misun

Şehriye: Çıplak baldurlar ile, her göze batar misun

 

Afacan: Boyun var iki kariş, çok daha uzar misun

Şehriye: Desem sana orospi, bilmem ki kizar misun

 

Afacan: Zengin müşteri bulsan, nişani bozar misun

Şehriye: Her dostunun ardindan, kör kuyi kazar misun

 

Afacan: Seni türküci derler, destan da yazar misun

Şehriye: Bana Şehriye derler, yarim kadar var misun

Destanlar

Destanlar bir edebiyat ürünü olmanın ötesinde, yazıldıkları dönemin yaşanmışlıklarına ışık tutan tarihi hazinelerdir. Destan anlatıları içinde ele alınan olaylar tarih araştırmacılarına detaylara dair bilgiler verir.

Trabzon yöresinde kahramanlık, ayrılık, doğal felaketler gibi belli olayları anlatan manzum anlatılar da destan olarak adlandırılır. Genellikle belirli ezgilerle okunurlar. Geçmiş yıllarda çarşı ve pazar yerlerinde dolaşarak yazdığı destanları insanlara okuyup satan destancılar vardı. Destancıların boynunda bir çanta, çantalarında da okudukları destanların yazılı olduğu kâğıtlar bulunurdu. Dinleyenler beğendikleri destanın yazılı olduğu kâğıda karşılık olarak destancıya para öderlerdi. Destancılar sadece kendi yazdıkları destanları değil bilinen sevilen başka destanları da yazıp satarlardı.

Yaygın olmamakla birlikte yörede ağıt türü anlatılara da rastlanır. Ağıtlar da halkın geneli tarafından “ağlama” veya “destan” diye anılırlar.

Seferberlik Destanı

Arhavi’de oldu düğüne davet

Ehli İslam etti buna icabet

Köylerden eniyor mekâra eti

On beş kadar oldi köri sakati

 

Birer buçuk lira tutti kıymeti

Herkes bildi zaman satar samani

Medine vapuru istim çalayir

Haci hoca çayda doa edeyir

 

Analar babalar bütün ağlayir

Zeytinburnini gemi dolaşdi

Birkaç nefer asker koğuşdan kaşdi

Geri kalanlarun akli bolaşdi

 

Tutuldu dilleri çıkmaz lisani

Atina agasi gayik donatti

Çıkdi selamluğa rüvelver atti

Analar geride eder figani

 

Trabzon’dan alduk bir ferik paşa

Nüfuzu işleyur dağ ile daşa

Yaşa padişahum sen binler yaşa

Paşamuz da muharebe aslani

 

Cesur Hamdi Paşa Trabzonlidur

Geyduğu gömlekler hep ganlidur

Karadenizliler her an şanlidur

Bilmeyenler varsa bilsunler ani (Ciravoğlu: 32).

 

Kore Destanı

Okuyun kardeşler bu yazılari

İşten anlamayan var bazılari

Kore’de şan verdi Türk gazileri

İsmini tarihe yazdır Mehmetim.

 

Tahsin Yazıcı Paşa söylendi ismin

Her bir gazeteye verildi resmin

Nereye gidersen kaçıyor hasmın

Mehmetçiği orda tanıtın Paşam.

 

Yeter bu sözlerim bilene azdır

Bütün Türk şanını tarihe yazdır

Bin kızıl bir Türk’e yine de azdır

İsmini tarihe bildir Mehmetim.

 

Hep devletler bir araya geldiler

Arslan Mehmetçiği orda gördüler

Şanlı gazilere nişan verdiler

Orda Türk şanını yazdır Mehmetim.

 

Arslan Türkler ta Kore’ye dayandı

Alsancaklar kızıl kana boyandı

Hep devletler uykusundan uyandı

Kore’de haddini bildir Mehmetim.

 

Kore’nin dağlan fişekten yandı

Üstümüz başımız kana boyandı

Tetik çekmez daha kollar dayandı

Yedi düvelin de bizde gözü var.

 

Türkler hücum etti bakar mı geri

Bin Kızıl’a bedel Türk’ün bir eri

Ahd ettik bu yoldan dönmeyiz geri

Kore’de kendini göster Mehmedim.

Kore’nin dağlan şehit mezarı

Sovyet Rusya etti bize düzeni

Allah cehenneme atar azanı

Yedi düvelin de bizde gözü var.

 

Âşık Mustafa’yım akıyor yaşım

Kusurda sayılmaz otuzdur yaşım

Şehit oldu orda benim kardaşım

Yedi düvelin de bizde gözü var (Duman, 2011: 272).

 

Maçka-Çatak Faciası Destanı - Sabri Hacıkeleşoğlu

Bir facia oldu Trabzon-Maçka’da

Bu kader Mevlâ’nın inayetinden

Emsali görülmez nadir dünyada

Belki belli idi bidayetinden.

 

Aniden patladı feci bir tufan

Ondan kurtulmaya yok idi imkân

Şimdi medet umar zavallı insan

Avrupalı itin kerametinden.

 

Hep şahidi olduk acı figanın

Cilvesidir bunlar ahır zamanın

Toprakta gömülü bir çok insanın

Ümitler kesilmiş selâmetinden.

 

El elden üstündür atalar demiş

Çok dinle herkese kulak ver demiş

Bu musibet bize taktir edilmiş

Ehil olmayanın dirayetinden.

 

Dökülmüş gözy aşı çekilmiş ziyan

Can vermiş Çatak’ta hem nice civan

Heyelân altında olur mu kervan

Belâya katlandık bidayetinden.

 

Toprağın altından ses duyamadık

Yemedik içmedik hem uyumadık

Bilmem taş mi idik nasıl dayandık

O feci tablonun kıyametinden.

 

Lütfunla sen koru yıkma zelili

Ehl-i saadetin var mı delili

Ya Rab ihsan eyle sabr-ı celili

O merhamet dolu ziyafetinden.

 

Kimi figan eyler yatar yerlere

Ateş mi döküldü gonca güllere

Bir dağın altında can verenlere

Bağış eyle ya Rab merhametinden.

 

Kızıl çöle döndü yeşeren bağlar

Hem doldu boşaldı tepeler dağlar

Eller hep havada gözler kan ağlar

Takdiri Mevlâ’nın inayetinden.

 

Yazma Keleşoğlu kalem kırıldı

Nice genç civanın beli büküldü

Yüz binlerce insan yola döküldü

Bu acı haberin azametinden (Duman, 2011: 282).

Halk Hikâyeleri

Trabzon Deniz Feneri Hikâyesi

Yıl 1835, Trabzonlu Pirağazade Mustafa Reis ve arkadaşları Sürmene’nin Soğuksu Mahallesi’nden Ahmet Cebioğlu Yusuf Ağa, Sürmene’nin Orta Mahallesi’nden Köseoğlu Zorali’nin Ali Osman Reis, Sürmene’nin Gölense Mahallesi’nden Şükrüoğlu Hüseyin Reis, Sürmene’nin Zarha Mahallesi’nden Kösepoğlu Motu Pehlivan Sohum Kalesi’ne denizden bir baskın düzenleyerek kaledeki dillere destan döner deniz fenerini alıp Trabzon’a getirirler. Fener Trabzon’ da Güzelhisar Kalesine yerleştirilir. Bu olaydan sonra Mustafa Reis bir halk kahramanı olur.

Bu olayın halk arasındaki söylencesi de şöyledir; Pirağazade Mustafa Reis bir suç işler ve tutuklanır. Devrin valisi Hazinedaroğlu Osman Paşa’ya haber gönderir. Dillere destan Sohum Feneri’ni alıp getirir ise affedilip edilmeyeceğini sorar. Osman Paşa “Olur” der. Bu anlaşma üzerine Pirağazade Mustafa Reis denizci arkadaşlarını yanına alarak Sohum Kalesi’ne denizden bir baskın düzenler. Zorlu çatışma ve uğraşılardan sonra Sohum Feneri’ni alır Trabzon’a getirir. Döner deniz feneri Güzelhisar kalesine konur. Bu olayda gösterdiği olağanüstü kahramanlık ve başarısından dolayı Mustafa Reis Trabzon Valisi Osman Paşa tarafından affedilir (https://www.jinepsgazetesi.com/makale/sohum-kale-deniz-feneri-1460).

Gelinlerin Ağıtı

Kaynana ölmüş. İki gelin kafa kafaya verip demişler; “bunu biz nasi ağlicauk,”

Biri demiş; “Derin oyy, derin oyy,”

Diğeri bunu yeterli bulmamış, mezarı derin de olsa, belli mi olur, çıkar gelir kaynana, o da; “Dikine oyy, dikine oyy…” diye ağlamış.

Mukule Hoca

Mukule Hoca, medrese tahsili görmüş, âlim bir kişiymiş.

Karlı bir cuma günü, hoca uzak bir yerden köyüne dönüyormuş. Yolda, köyün gençleriyle karşılaşınca, hep birlikte yürümeye başlamışlar. Gençler, hocaya:

“Geri dönelim, bu fırtınada yolda kalır, ölürüz” demişler.

Ancak, hoca yoluna devam etmekte kararlıymış. Gençler geri döndüğü halde, o yoluna devam etmiş.

Akşama doğru hocanın arkasından gitmişler.

Gençler, hocanın bir yerde donmuş olabileceğini düşünmüşler.

Ertesi gün köye ulaşan gençler hocayı sormuşlar.

Sordukları kişi, hocanın cuma günü cemaate namaz kıldırdığını söyleyince, hocanın ermiş olduğu anlaşılmış (Işık, 1998: 46).

Sultan Murat Yaylası Şehitler Tepesi

Sultan Murat yaylasında her yıl 23 Haziran’da Şehitler Tepesi olarak adlandırılan yerde şehitleri anma törenleri düzenlenir. 1. Dünya Savaşında burada şehit olan askerlerimizle ilgili olarak şöyle bir anlatı vardır:

Sultan Murat Yaylasındaki birliğin kumandanı Seyfettin yüzbaşı rüyasında erleriyle birlikte şehit olacağını görür. Ertesi gün, arkadaşlarına rüyasını anlatır. Birkaç gün sonra da subay ve onunla birlikte zafere koşan 70 er şehit olur.

Kurtuluş Günü Konuşması

Yıllar evvel Akçaabat’ın kurtuluş günü olan 17 Şubat törenlerinde savaş anılarını anlatması için Kurtuluş Savaşı gazilerinden birini kürsüye çıkarmışlar.

Yaşlı adam çıkmış kürsüye başlamış anlatmaya:

“Allah o günleri bi daha göstermesin. Haçan Kütahya’da cephemuz bozuldi, biz kaçan kaçana… Oyle bi kaçayiruk oyle bi kaçayiruk çi arkamuzdan kurşun atsala yetişmez bize”  (Gedikoğlu, 2012: 263).

Karısından Korkmayan Adam

Adamın biri gitmiş camiye. Cemaat dağılmadan adam çıkmış camiden gelmiş eve. Karısı sormuş “neden erken döndün” diye. Adam cevap vermiş: “hoca dedi karısından korkmayan Müslüman değil, şu değil bu değil, ben de çıktım camiden.” Karısı sormuş; “peki sen korkmuyor musun karından?” Adam; “yok” demiş “ne korkması,” Karısı demiş; “iyi tamam.”

Bu konu kapandı.

Yapılacak işlerden konuştular. Karısı; “herif yarın şu tarlayı sürsen fena olmaz,” dedi. Adam dedi; “tamam.”

Karısı kocasının “karıdan korkmam” sözünü taktı kafaya. İlla kocasına bir iş edecek. Gitti balıkçıdan aldı üç tane balık. Balıkları gitti gömdü tarlaya.

Kocası çift sürerken sabana takıldı balıklar. Çıkardı baktı taze balık. Balıkları aldı gitti eve. Karısına; “tarladan balık buldum, pişir bunları da yiyelim.” Kendi döndü tarlaya çalışmaya devam etti. Yemek vakti gelince geldi eve baktı ne balık bir başka bir şey.

Dedi karısına; “balıkları pişirmedin mi?”

Karısı; “Ne balığı?” diye cevap verdi.

“Yahu tarladan çıkardığım balıkları pişir diye verdim ya sana, işte o balıklar.”

Karısı; “O” dedi “Eyvah, bizim herif kaybetti.”

Adam sinirlendi; “Deli miyim den, ne kaybetmesi,” dedi ve bir tokat attı karısına.

Karısı koştu evden dışarıya, seslendi komşularına; “Komşular yetişin, bizim adam kaybetti, daldı bana,”

Komşular koşup geldiler.

Adam dedi; “Yahu yok bir şey, ben tarladan çıkardım üç tane balık, getirdim karıma,” diye başladı anlatmaya.

“O” dedi komşular, “hakkatten bu adam kaybetti, tarlada balık ne arar,”

Öyledir böyledir adamı karakola götürdüler. Adam yine tarladan çıkan balıkları anlatınca bunu tımarhaneye yolladılar.

Tımarhanede gün aşırı soruyorlar adama; “Nasılsın, iyi misin,” o yine başlıyor tarladan çıkan balıkları anlatmaya. O böyle söyleyince doktorlar diyor; “Sen iyi değilsin, biraz daha yatacaksın.” Aklını kaybetti diye iğne de yapıyorlar tabii.

Günler geçti böyle bir iki, sonra karısı buna acıdı, gitti ziyaretine.

“Herif,” dedi, “çıkarayım mı seni buradan,”

Adam dedi; “Nasıl çıkaracaksın beni?”

Karısı iyice tembihledi kocasına; “Sana bir şey sorduklarında bir daha balıklardan söz etme doktorlara, o zaman seni salarlar,”

Sabahtan geldi gene doktorlar sordular adama durumunu. Adam bu defa balıklardan söz etmedi. Ertesi sabah yine aynı, doktorlar baktı balık lafı etmiyor. Dediler bu adam iyileşti. Salıverdiler onu evine.

Eve döndüğünde karısı sordu kocasına: “Herif gel bakalım buraya. Sen şimdi karılardan korkuyor musun yoksa korkmuyor musun?”

Adam baktı böyle karısına şaşkın şaşkın.

Karısı anlattı ona, dedi; “Herif uyuma, seni o mahpusa koyan benim. O balıkları tarlaya koyan benim, sonra onları afiyetle yiyen de benim. Hastanede iğneleri yiyen sen, sonra seni oradan kurtaran gene ben.” Adam sonunda anladı bu işlerden ne ders almak gerektiğini (Çelik, 2005: 147-148).

Baba Nasihati

Vaktun bi zamanina yaşli bi adam, elmeği yakin, oğli bakayi babasina. Oğli demiş; “baba sen eliyisun, bağa şiniye kada hiç nasihat etmedun, bi nasihat et bağa da.”

Babası; “o zaman bi nasihat edeyim sağa; hoçumet adamindan dost etma,” bi da demiş; “soradan cormelan aliş-veriş etma,” bi da demiş; “kariya sirruni verma. Aha,” demiş; “sağa nasihatum buladu, bu deduklerumi tutarsan evel Allah sağa hiçbir şe olmaz.”

Yaşli adam elmiş, aradan zaman ceçmiş.

Oğul evlenmiş, karakol kumandaninlan da çok iyi ahbab olmiş. Bi tane soradan cormelan da çok alış-verişi var. Bi cun adamun aklina, ne kada zaman sora çim bilu, babasinin nasihatlari celmiş. Babasinin sozlerini sinamak için bak nele etmiş.

Bi cun tüfeğini hazirlayu, karisina; “Kari,” demiş, “benum bi hasmum var cideyirum oni vurmağa. Beni çimseye dema.”

Adam citmiş. Tabii duşmani bi şesi yok. Deneyecek ya karisini, citti bi koyun aldi, çesti oni, surdi kanlarini ustine, sora koyuni comdi ahirun içine, celdi eve. Karisina tembi etti; “Kari, ben duşmanumi vurdum, elisini da ahira comdum, sakin haa, çimseya dema bulari.”

Başka bir cun aliş-veriş ettuğu soradan cormeye citmiş. Veresiye mal almiş ondan, demiş oğa; “parasini sora verum sağa,” Oyle çikmiş dönmiş eve.

Eve çi celdi, kariyi deneyecek ya, demiş karisina; “Cit su cetu bağa, oyle bağirmiş karisina. Karisi da bu boyle sert konuşti diye karşu komiş oğa. Sora adam bi tokat atmiş karisina.

Kari tokati yedi diyine bağirmiş adama; “seni pis katil,” doğri koşmiş karakola. O kumandana anlatmiş kocasini, “birini vurdi, cesedini da ahira comdi,” diye anlatmiş her ettuğuni.

O arkadaş olduğu kumandan çikmiş celmiş eve surati zeyir. Hemen tutmişler adami katil diye, ellerini çelepçelemiş. Polisle almiş cideyiçen adami, yol ustune o aliş-veriş ettuği tuçanun ağirinden ceçmişle. O adam cormiş bunun elleri çelepçeli, çikmiş yola, demiş buğa; “nere cideyisun,” demiş buda; “aldile beni eletiyile mapusa,” bu telaşlanmış, “evela benum parami ver sora cit.”

“Ula,” demiş bu; “bakalum canumi kultarabilece miyim, hele bi cidelum sora veruruk da parani,”

Hebiri; “yok, olmaz, illa da parami ver,” demiş.

Oyle idi böyle idi, buni elettiler karakola, bi cuzel doğdiler, sora bu anlatti nere comduğuni, eletti polisleri koyuni comduğu ahira. Polisle ceset arayiçen açu baktile koyun. Ne ceset ne bişe. Kumandan anladi işi, başladı buyuk altindan culmağa. Ama tabii nafile…

Adam anlatti babasinin nasihatlerini. Sora dedi o arkadaş olduğu kumandana; “kariya sir verdum, o citti dedi beni size, soradan cormelan ticaret ettum, hen dar zamanuma daldi boğazuma, hoçumet adamindan da dost etma demişi di babam… heycidi, senlan yeduğumuz ayri citmeyidi, karakola çi duştum nele ettun bağa, ya bi da essehten suçli olaydum çimbilu daha nele edeceyidun bağa” (Çelik, 2005: 149-150).

Mahallî Tipler

Cemal Ağa

Trabzon ili, Maçka ilçesinin Meksilâ (Çatak) köyü tarih boyunca çok işlek bir karayolu olan Trabzon-İran yolu üzerinde kurulmuştur. Meksilâ’lıların içinde, yaşadığı olaylar ve yaşamından çıkartılan fıkralar bakımından en çok sivrilen kişi Cemal Ağa ya da Muratoğlu Cemal olarak tanınan Cemal Yavuz’dur. 1916 yılında Meksilâ’da doğdu. 1940’lı yılların sonunda  sarı renkli bir otobüs alıp yolcu taşımacılığı yaptı. Kendisi ve sarı renkli otobüsü fıkralara sıkça konu olmuş olan Cemal Ağa, 1970 yılında öldü ve Meksilâ aile mezarlığında toprağa verildi (Duman, 2011: 344).

Mustafa Cansız Hoca

Mustafa Cansız, 1895 yılında, o zamanlar Of’a bağlı olan Dernekpazarı’nın Kondu Mahallesi’nde doğdu. Medrese öğrenimi gördükten sonra kendisini yetiştirdi. Cansız Hoca’nın, Müderris Muhammet Müslim’den, 1916 yılında aldığı icazetnâme, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından onaylanmış ve kendisi yüksek öğrenim görmüş sayılmıştır. Cansız Hoca, Arapça ve Farsça bilirdi. 1926-1949 yılları arasında, Trabzon İl Genel Meclisi üyeliği yaptı. Öğretmenlik, müftülük, gezici vaizlik görevlerinde bulundu.

Mustafa Cansız Hoca’nın başından geçmiş bazı olaylar ve kendisine yöneltilen bazı mantıksız sorulara verdiği yanıtlar, günümüzde, halk arasında fıkra olarak anlatılmaktadır (Duman, 2011: 358-359).

Afiyenoğlu Kadem

1912 yılında doğmuş, Vakfıkebir’de yaşamış, 1978 yılında vefat etmiştir. Afiyenoğlu Kadem’in çoğunluğu siyasi olan iğneleyici fıkraları halk arasında çokça anlatılır (Topal, 1999: 50).

Lakur Osman

1921 yılında Vakfıkebir’de doğmuş ve 1985 yılında yine aynı ilçede vefat etmiştir. Adındaki Lakur lakabı lakırtı kelimesinden gelmektedir. Meclislerde çok söz söyleyip sohbetlerin odağı durumunda olduğundan Lakur kelimesi onun ismiyle beraber söylenmiştir (Topal, 1999: 61).

Limanın Ahmet

1901 yılında Vakfıkebir’de doğmuş ve 1944 yılında Tonya’da vefat etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve Seferberlik yılları hatıraları ile dolu 93 yıllık bir ömür geçirmiştir. Ağır ağır konuşan, uzun boylu ve soğukkanlı olan Limanın Ahmet, ciddi mizah anlayışı ile fıkralara konu olmuştur  (Topal, 1999: 67).

Seyit Hoca

1903 yılında doğmuş, Tonya’nın köylerinde yaşamış ve aynı ilçede 1979 yılında vefat etmiştir. Küçük yaşta hafız olarak büyük nam kazanmış olan Seyit Hoca, çok zeki birisi olmasıyla da tanınmıştır.

Seyit Hoca’nın Nasreddin Hoca’ya benzer çok yönü vardır, bu durum fıkralarına da yansımıştır (Topal, 1999: 79).

Masallar

Masallar, yer ve zamanın belli olmadığı, hayal ürünü olayların anlatıldığı bir sözlü sanattır. İnsanları eğlendirmenin yanında eğitici bilgiler de veren masallar toplumun maddi manevi kültürünü yansıtan ve kuşaktan kuşağa aktaran kıymetli bir sözlü kültür ürünüdür.

Halkın geniş hayal gücünden doğan, hayatta mümkün olmasa da istenen her şeyin gerçekleşebildiği bu merak uyandırıcı anlatı sürükleyiciliği ile de ilgi çekiyor.

Akıllı Kardeş Deli Kardeşe Uyunca

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir deli kardeşlen akıllı kardeş varamiş. Deli kardeş her gün mallara gider; akıllı kardeş ise evde kalır, evin işlerini görurmiş. Bir gün deli kardeş akıllı kardeşe şöyle söylemiş:

“Her gün mallara ben gidiyorum. Bir gün da sen git. Evde ben kalayım.”

Akıllı kardeş ona söylemiş ki:

“Sen ev işlerini yapamasın.”

“Yaparım”, demiş.

Demiş deli kardeşe ki:

“Tavuklari yedireceksin, ahiri süpüreceksin, yayıği vuracaksın, neneyi yıkayacaksın, bahçeye gideceksin.”

“Olsun, yaparım.”

Akıllı kardeş gitmiş mallara, deli kardeş evde kalmiş. Deli kardeş ahiri süpürmiş. Yayıği vururken yayıği düşürmiş kirmiş; yayık dağılmiş yerlere. Tavuklari yedirmek isdemiş. Tavukların önüne bir teneke arpa dökmiş. Tavuklar yemeyince başlarini kesmiş tavukların. Başlarini bi tarafa, gövdelerini bi tarafa düzmiş. Sıra neneyi yıkamağa gelmiş. Neneyi yıkarken çok sıcak sulen yıkamiş, nene ölmiş. Neneye bi cumur yemeği yapmiş. Neneyi yedirmek isdemiş.

“Ye nene, ye nene, ye nene....”

Nene yemez.

“Ye nene.”

Nene yemiyormuş, neneyi koymiş kapinin arkasına. Akşam üsdü akıllı kardeş gelmiş, malları getirmiş.

Demiş:

“Nene nerde?”

“Baçeye gitmiş pırasa almaya.”

Beklemiş biraz nene gelmemiş.

“Nene nerde?” söylemiş yine.

“Gitmiş baçeye pırasa almaya.”

Akıllı kardeş demiş ki:

“Ben gidip bakayim nene nerde?”

Gitmiş bakmiş ki nene ölmiş. Ondan sonra akıllı kardeş ona demiş ki:

“Ayrılacağız.”

İki evleri variymiş: Biri yeni ev, diğeri esgi ev.

Deli kardeş demiş:

“Ben yeni evi alacağım.”

“Olsun”, demiş akıllı kardeş.

Deli kardeş yeni evi almiş. Demiş:

“Mallari nasi bölceğiz?”

Demiş deli kardeş ki:

“Mallari çözeceğiz suya. Ahırlara giren mallara göre mallari paylaşacağız.”

O yeni evin ahirine sadece oküzi bağlarlaramiş. Diğer esgi evin ahirine ise inekleri bağlarlarmiş. Çözmişler. Sadece oküz girmiş yeni eve, diğer inekler de esgi eve girmiş. Mallari böylece bölüşmişlerdir. Deli kardeş oküzi sağmaya gitmiş. Oküz sağılmamiş tabi ki. Oküzun altine gomiş iki dani gap.

“Birini yağ doldurcesun, birini peynir’, demiş.

Oküz buni yapmamiş; birine sıçmiş, birine de işemiş. Oküzi gitmiş bi mağraya bağlamiş. Oküz orda kafasinlen mağraya vurmiş ve oküzun deldiği taşdan altun çıkmiş. Deli kardeş, akıllı kardeşe haber vermiş. Altunlari almışlar. Akıllı kardeş, deli kardeşe demiş ki:

“Git muhdara de, kantari sana versin. Ama, “ne dartacaksınız” derse, misir dartacağız, de. Altun dartacağız deme.

Gitmiş muhdara demiş ki:

“Kantari ver.”

Muhdar demiş:

“Ne yapacaksınız?”

“Misir dardacağız”, demiş.

Vermiş kantari, bi daha sormiş:

“Ne dartacaksınız?”

“Misir dartacağız”, demiş.

Bi daha sormiş:

“Ne dartacaksınız?” demiş.

Bu sefer demiş:

 “Altun dartacağız.”

“Ben de geliynm.”

“Gel”, demiş.

Yari yolda muhdarın kafasına vuramiş kantari, muhdar ölmiş. Gelmiş eve, demiş ki akıllı kardeşe:

“Böyle böyle dedim muhdara; geldi sonra benimle. Kafasina vurdum kantari, öldi. Bunlar kaçmışlar bi ormana. Bi tane kapi almiş gitmişler, çıkmişler ağaca. Kapiyi bi ağacın doruğune koymuşlar. İkisi da oraya çıkmiş. Bu akıllı kardeş, deli kardeşin aklina uyarak bu işi yapmiş. Bulari aramaya başlamiş polis. Günler geçmiş yine bulamamiş. Kapi ağacın doruğunde durur mi uzun süre? Kapi altına düşmiş; onlar da kapilen altına düşüp ikisi da ölmişler ve bu masalımız da böylece sona ermişdir (Akgün, 2000: 210-213).

 

Aliler

Ağır başlı, iyi yürekli, doğruluktan şaşmayan bir gençti Ali. Malı mülkü olmadığından yılda bir ay köyde kalır, on bir ay gurbete çıkardı. Başında büyüğü olmadığı için evlendiren de olmamıştı Ali’yi.

Gurbet dönüşlerinden birinde köyün güzel kızlarından Ayşe, Ali’ye haber yolladı, “Eğer isterse Ali’yle evlenirim,” diye.

Ali bu habere çok sevindi. Düğün yapıp evlendiler. Bir aylık izin dolana dek mutlu günler yaşadılar.

Günler geçti Ali gurbete gitti. Dokuz ay sonra bir oğlu oldu. İsmini koymak için babasının dönmesini bekledi karısı. Ali köyüne dönünce beşikte bebeği görüp çok sevindi. Adını Ali koydu. Yine bir ay mutlu mesut yaşadılar.

İzni dolan Ali yine çıktı gurbete.

Dokuz ay sonra yine bir oğlu oldu. O da ismini bekledi babası dönene kadar. İzni dolup da köyüne dönünce Ali, bunun ismini de Ali koydu.

Zaman geçti Ali yine çıktı gurbete. Ardından yine bir oğlu oldu. Ali dönünce gutbetten üçüncünün adını da yine Ali koydu.

Yıllar geçti, oğullar delikanlı oldu. Babaları ihtiyarladı, hastalanıp yataklara düştü.

Oğullarını çağırdı yanına; “Malımın dörtte biri annenizindir, kalanını da Ali’ye bırakıyorum” dedi.

Oğullar şaştı kaldı bu işe. Üçünün de adı Ali, mirası alacak olan acaba hangisi?

İşin içinden çıkamayınca kadıya gittiler. Kadı aldı bunları karşısına. Dedi, “Size bir soru sorayım, vereceğiniz cevaba göre miras sahibini bulacak.”

Aliler dedi, “Tamam.”

“Hısmı akrabası olmayan bir adam parasını size emanet edip gurbete çıksa, gittiği yerde ölse parasını ne yaparsınız?”

Büyük Ali:

“O parayla yoksulların karnını doyururum, evlenemeyen gençlerin yuvasını kurarım, hastalara derman ararım,” dedi.

Ortanca Ali:

“Adamın ölüp ölmediğini araştırırım, kesin ölmüşse o parayı hayır kurumlarına veririm,” dedi.

Küçük Ali:

“Adamın hısmı akrabası olmadığına göre o parayı kendi işlerimde kullanırım,” dedi.

Kadı dinleyip cevapları verdi kararını:

“Babanızın malı büyük Ali ile ortanca Ali’nindir. Öyle bir babanın küçük Ali gibi bir oğlu olamaz, küçük Ali piçtir, ona mal düşmez.”

Altın Kız

Bir varmiş bir yokmiş, günün birinde bi adamın iki tane karısı varmiş. İkisinden uş dani çocuk olmiş. Uçi da kız. Ondan sonra bu anne ölmiş. Öldukdan sora bu öz kızı övey gızlarinın yanine almiş. Aldıkdan sora böyle bu kadınlar ona işleri filan her şeyi ona etdiriyorlarmiş. Bikaç zaman geçmiş sonunda demiş ki;

“Git hau yırmakdan su al da gel.”

Giz da gitmiş. Gitdıkdan sora gizin kolyesi düşmiş suya. Suyi almiş gelmiş eve. Övey anne ona demiş ki:

“Hani kolyen?”

Kız da demiş ki:

“Kolyem havu derede düşdi dereye.”

Tabi o gıza gizmiş, demiş:

“Çabuk git al.”

Giz da korkmiş, gidip alırken düşmiş dereye. Öyle gelmiş gelmiş gelmiş böyle geldıkdan sora bakmış böyle dümdüüüz bi ovaya gelmiş. Güpgüzelım yeşillik bi ova. Böyle burda armutlar bağarmiş ki:

“Kopdum kopdum, koparın beni.”

Güzelce olari koparmiş destelemiş bi yere. Bu sefer gelmiş fiıruna sıra. Furunda ekmek demiş ki:

“Yandım yandım, çıkarın beni burdan.”

Çıkarmış güzelcene koymiş bi kenara. Az daha beri gelmiş bi gocagariye raslamiş. Gocagari ehdiyor. Öyle oni gocagari almiş göturmiş kendi evine. Evine bakmiş etrafi karmakarışık. Güzelcene evini oğarmiş. Bikaç zaman oni bakmiş. O gocagari da ona demiş ki: “Kızım giderken ha bu sağ kapiden git.”

Sağ kapiden giderken giz olmiş altın. Gelmiş övey annelerinin yanine öz kız. Geldıkdan sora gizi sevmişler. Ne gada olsa altın ya. Sevmişler, alamamişler ondan altınlari tabi. Bu sefer övey kari, kendi kızlarini yolladi. Yolladıkdan sora onun da ayni kolyesi düşmiş dereye. Derelen gelmiş gelmiş gelmiş bi dümdüüüz ovaya. Orda armutlar bağıraimiş ki: “Koptum koptum, koparın beni.”

“Eeeh ben gidiyorum altın almağa”, demiş.

Gelmiş bi fırına sıra. Furunda da ekmek demiş:

“Yandım yandım, çıkarın beni.”

“Eeeh bana ne! Ben gidiyorum altın almaya”, demiş.

Oğa da aynisini demiş. Ondan sora gelmiş bi ehdiyor garinin yanina. Gari almiş gitmiş buni evine. Garinin evi mevi garişuk. Hiç eve bakmayi. Gariye laf çeviriyor. Gari hiç memnun diyil ondan. Gari bundan bezmiş, bir iki ay durmiş. Giz altın bekliyor. O gıza demiş ki:

“Giderken ha bu sol kapiden çık.”

Giz, sol kapiden çıkarken olmiş gapgara. Gelmiş annelerinin yanine. Anneleri da dövmiş oni (Akgün, 2000: 173-174).

Canavar Anne

Adamın biri iş dönişi eve et götürmiş. Karısına demiş ki:

“Yarın akşam dönişe bu etden bize bi yemek yaparsın, afiyetle yeriz.”

Karı bir sonraki gün eti yapmiş öğlelere doğru. Sonra da dayanamamiş, komşularini çağırmiş, eti komşulariyle birlikde yemiş. Eti yedukdan sonra karı düşünmiş ki: Akşam oldi ben kocama ne söylerim? Eti ne yapduğumi nasıl anlatınm? Bana kızar diye. Karının iki oğlu, bir de kızı varmiş. Karı, kızına demiş ki:

“Kardeşlerini kesalım, onların etini pişirir akşamleyin yeriz.”

Kız tabi olmaz molmaz diyince kıza demiş ki:

“Seni da keserim.”

Karı, çocuklarini kesmiş, buların etini yemek yapmiş. Kıza demiş:

“Eğer bobana dersan seni da keserim.”

Kız korkduğu için bobasine hiçbişe söylememiş. Akşam gelmiş karının kocasi eve, demiş ki:

“Etleri pişirdin mi?”

“Pişirdim.”

“Getir yiyalım.”

Sofra kurulmiş. Sofrada oturmiş etleri yemişler. Kız yememiş, çekinmiş. Adam demiş ki:

“Bu etler ne kadar tatliydi. Bundan ben yine alayim.”

Adam sonra çocuklarini sormiş:

“Çocuklar nerde?” diye erkek çocuklarini.

Karı demiş:

‘Top oynuyorlar.”

Adam kızına demiş:

“Çağır ağabiyilerini.”

Kız gitmiş gelmiş, demiş ki:

“Boba biz yemiyoruz dediler, sonra yeriz.”

Yeduklari etin gomuklarini bi sahana gomişler. Adam kızına demiş ki:

“Bunlari şu dişardaki ağacın dibine tök.”

Giz da tökmiş ağacın dibine. Ağaç ortadan yarılmiş; içinden kıpkırmızı bir kuş çıkmiş, kan renginde. Kuş seslenmiş. Kız çıkmiş dişariya. Kıza saat atmiş. Kız girmiş eve, demiş:

“Boba bana böyle böyle oldi: Ağaç yarıldi; içinden kuş çıkdi, bana saat atdi.”

Bobasi çıkmiş dışari, demiş ki:

“Bakalım bana ne atacak?”

Annesi dişari çıkmiş, ağacın dibine gelmiş. Kuş değirmen taşını karının kafasına vurmiş, karı ölmiş. Adam bu sefer kuşu öldürmeye kalkışince kız ona:

“Baba dur, yapma! Annem kardeşlerimi kesdi, eti sana yedirdi. Çünki önceki eti komşularla birlikde yemişdi. Sana nasi cevap vericağinden korkmuşdu. Bu yüzden kuşu öldürme. O benim erkek ağabiyımdır.”

Ve böylece masal bitmişdır (Akgün, 2000: 214-215).

Canavar Padişah

Bir varmiş bir yokmiş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişah varmiş, bir de prenses varmiş. Pirensesın uç dani gizi varmiş. Prensesin gızlarinın birini padişah oğline isdemiş. Prenses da demiş ki:

“Benim gizimi alan bağa bi kuti altun vericek.”

“Tamam”, demiş.

Padişah pirensese bi kuti altun vermiş, gelin almiş gizini. Gıza bişe olayi evde. Giz gün gün zayifleyi, padişahın gelini. Pirenses gidiymiş ore:

“Gizim ne olayi sağa?”

“Bilmeyrum”, demiş.

Meğer padişah vahşî bi hayvan olup her gün gizin küçük barmağınden emiyi gizin ganini. Giz böyle böyle zayifleyi. Bu gizin yedi dani gardaşi varmiş. Gelmişler padişahın sarayine, demişler padişaha:

“Ne olayi buğa?”

Demiş:

“Bilmeyrum.”

Giz anlatmiş gardaşlarine. Gardaşlari padişaha garşi goymişler. Padişah bu gardaşların altisini eldurmuş, odaya gomiş. Bi daniyi saçlarinden asmiş tavandan, odalari kitlemiş. Padişah evlenmiş başga bi garilen. Padişah yeni garisine saraydaki alti odanın anahdarini vermiş, birini vermemiş. Anahdari vermeduğu odada da eldurduğu uşaklarlen saçlarinden asduğu uşak varimiş. Gari yalvarmiş yakarmiş:

“Sen bilusun bunun anahdarini da ver bağa?”

Vermiş anahdarini ki burda bi deliganli, güzel bi deliganli saçlarinden asılıyi tavandan aşşağa! Gari demiş ki:

“Sen burda niye asıliyisın?”

Demiş:

“Ne biliyim.”

Demiş ki:

“Seni kim asdi bure?”

Demiş ki:

“Senin adamın asdi beni bure.”

Demiş ki:

“Nasi olicek ki sen burdan altine enesin?”

Demiş ki:

“Şey eyle, o padişahın git sakallarinden uç tuy kopar at ateşe. Ben burdan düşerim o zaman.

Gitmiş bunun sakallarinden uç dani tuy koparmiş, atmiş ateşe. Padişah ölmiş. O da almiş deliganliyi evlenmişler. Kırk gün, kırk gece diğun etmişler. Olar ermiş muradine, biz çıkalım kerametine. Mesel da böyle bitmiş (Akgün, 2000: 208-209).

Evden Kovulan Kız

Şindi evvel zamanda adamın bir danesi on yaşinde bi gizini atmiş evden dişari. Giz da evden çıkmiş gitmiş. Bobasi soradan buni aramiş aramiş bi çare bulamamiş. Giz geçmiş gitmiş yane bi başga köylere. Burda bulmişler bu gizi. Orda adamın birisi buni beyutmiş oğlinlan evlendurmiş. Bunun çocuği olmiş, uş dane oğli olmiş.

Bi zaman sora gızın bobasi gizi kakmiş aramaya. Aramiş aramiş bir evin kenarina oturmiş. Çocuklar orda oynaymişler. Olara yakın oturmiş, çağarmiş olari yanine:

“Gelin oğolum”, demiş.

Gelmişler.

Demiş:

“Anneni var mi?”

“Var”, demiş.

‘Bobanız?”

‘Bobamız da var”, demişler.

“Annemz yaşli mıdır?” demiş.

“Yok”, demiş.

“Adınız nedir?” sormiş beyuğune.

“Oldi”, demiş.

Ortancasine sormiş:

“Niye oldi?”, demiş.

Küçüğüne sormiş:

“Yine olicek”, demiş.

Yine olicek diyince adam demiş:

“Annenizi çağarın gelsin.”

Annesini çağarmişler. Annesi evden o ana gada hiç çıkmamiş. Adam çağarice kadın giyinmiş kuşanmiş tertemiz gitmiş. Irakda durmiş.

“Gel giz gardaşım. Benden beyuğusen annem, benim emsalımsan giz gardaşım, benden küçüsan evlâdım; gel otur”, demiş.

Kadın birez yanaşmiş, oturmiş. Oturunce buğa sormiş. Kadın durumi anlatmiş. Anlatınce adam kakmiş sarilmiş bunun boynine;

“İşde sen benim gızımsın; ben senin babanım”, demiş.

Kadın adami eve davet etmiş. Adam eve gitmiş, musafir olmiş orda. Yiyip içince akşamdan da orda galmiş. Sabahleyin adami gomişler yola, gitmiş.

Bu iş bu gadar (Akgün, 2000: 224-225).

Kör Kurdu Emziren Koyun

Şimdi bir gün bir tane çoban varmiş. Bu çoban köyün goyunini beklermiş. Bir gocagarinın da bir tane goyuni varmiş. Goyunlar öğlde pere geliymiş. Gocagari geliymiş bu bi goyuni sağmağa, goyuni sağılmiş. Bir gün, iki gün derken bu çobanın da zorine gidiy ki: Nasi oliyda bu gada goyunda bi gocagarinın goyuni sağıliyi? Çoban bu goyuni bi gün gollay. Göriy ki bu goyun gidiyi bi mağraya kaçıyor. Gidiyi bunun peşine ki mağrada bi dani kör gurt var! Bu kör gurt bu goyuni emiyi, emip idar ediyi bunlen. Bu çoban öğlede geliy pere, daha gitmiyor goyuna. Garisi diyi buna ki:

“Yav kak git goyuna. İhtiyaçliyuk, para alicağız.”

“Gitmem”, diyi.

“Etma eylema!”

“Gitmem. Kör gürdün rızgıni veren Allah benimkini da vericek. Ben gitmem.” Durumi da anlatmayi ki gocagarinın goyuni boyledır. Gitmiyor ihtiyaçli adam. Gari kakıp goyuni gendi yurutmağa duruyor. Yürütünce bayırda bi gudi altun buliyi. Altun bulunce gelip diyi gocasine ki:

“Yav kak felân yerde bi gudi altun buldum. Gide oni alalım.”

“Yok gelmem. Benim rızgım ise bure gelcek, demiş.

“Etma eylema.”

“Yok.”

Gidiyi muhdara gari. Muhdarla beraber gidiyler. Muhdar bakayi altun, gariyi goviyi.

Diyi:

“Altun maltun yok burda.”

Gari ordan ayrilıyi. Muhdar gece gidip altunlari aliyi burdan gudiyle beraber. Getiriyi eve açayi gudiyi ki gudinın içi yılan, ciyan, akrep canli mehlügat doli; yaramaz yaramaz hayvanlar.... Muhdar fitdıriyi.

“Oooy bu gari bağa numara yapdi, uç kağıtciluk yapdi. Siz buni derhal onun bacasinden altine tökicesinız evine. Gorsun.”

Aliyi, göturiyi, tökiyi. Bakayi çoban ki altunlar bacadan akayi. O zaman gariye diyi ki:

“Eee kak bakalım şimdi. Şimdi kakıp altunlari toplamanın zamani. Ben sana demedim mi ki kör gürdün rızgıni veren Allah benimkini da vericek?”

Böylece altunlari almiş oliyi (Akgün, 2000: 225-226).

Kuyruksuz Kedi

Bi dani pisük varmiş. Gocagari uyuyken gitmiş gocagarimn sütini içmiş. Gocagari bi gün kediyi gollamiş. Süti içiyken kediyi yakalamiş, guyruğuni kesmiş piçaklen.

Kedi demiş ki:

“Ver guyruğumi, köye gitdın mi bağa gaba guduz derler.”

Gocagari da demiş ki:

“Ver sütumi, veriyim guyruğuni.”

Kedi gitmiş geçiye, demiş ki:

“Süt ver bağa.”

Demiş ki:

“Ot getir bağa, süt veriyim sağa.”

Kedi gitmiş gızlara, demiş ki:

“Ot verin bağa.”

Demişler ki:

“İnce boncuk getir bize, ot veralım sağa.”

Kedi gitmiş hanciye, demiş ki:

“İnce boncuk ver bağa.”

Hanci demiş ki:

“Yomurta getir bağa, ince boncuk veriyim sağa.”

Kedi gitmiş tavuğa, demiş ki:

“Yomurta ver bağa.”

Demiş ki:

“Yem ver bağa, yomurta veriyim sağa.”

Kedi gitmiş diyarmençiye, demiş ki:

“Yem ver bağa.”

Diyarmençiden yem almiş, vermiş tavuğa. Tavukdan yomurta almiş, vermiş hanciye. Hanciden ince boncuk almiş, vermiş gızlara. Gızlardan ot almiş, vermiş geçiye. Geçiden süt almiş, vermiş gocagariye. Gocagariden guyruğuni almiş, köyüne gidiyken guyruğuni iturmiş. Aramiş aramiş bulamamiş. Gitmiş köyine, gaba guduz demişler oğa (Akgün, 2000: 230-231).

 

Terzi ile Cinli Kaya

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde Türkistanda Semerkand şehrinde bir terzi Ali varmış. Şehrin en iyi bir terzisi imiş ama kimse buna birşey diktirmezmiş. Bunun iki kızı ile bir karısı varmış. Terzi Ali, bunları geçindirmek için dükkânındaki eşyayı satmağa başlamış. Günün birinde dükkânda bir şey kalmadığını görünce, dükkânını kapayıp serseri gibi dolaşmağa başlamış. O sırada karısı da hastalanmış, ilâç ve hekim parası değil, akşama ekmek parası bile bulamaz bir halde düşünüp dururken terzi Alinin aklını bir şey gelmiş. O şehirde Cinli Kaya namında perili bir yer varmış. Burada birçok vakalar olurmuş. Bir gün bu kayanın yanından bir kervan geçerken yorulan kervancı kayanın dibini serin bularak oturup dinlenmeğe başlamış. Bu sırada kaya birdenbire yarılıp içinden bir arap çıkmış. Kervancı korkusundan yüzü gözü çarpılmış olarak şehre dönmüş. Yine oradan geçerken bir yolcuyu dövmüşler.

İşte bunları bilen terzi Ali gidip orada ölmek istemiş. Bir gece çocuklarına duyurmadan bu kayanın yanma gelmiş. Az ötede bulunan çimenliğe oturup beklemiş, saatler geçmiş, nihayet kayanın bir yanı yarılıp içinden gayet güzel bir kız çıkmış. Oralarda dolaşıp dururken öteden bir kaplumbağa acele acele genç kızın üzerine yürümüş. Genç kız hiç tavrını bozmadan:

-Geldin mi arslanım, haydi soyun,” demiş.

Kaplumbağa dile gelerek:

-Etrafımızda kimse var mı,” diye sormuş.

Genç kız:

-Hiç kimse yok, şurada bir terzi Ali var ama kendi halinde bir insan, bir işi var da geldi,” demiş.

Bunun üzerine kaplumbağa silkinerek gayet güzel bir erkek olmuş. Kız ile kol kola gezinerek kayadan içeri girmişler. Ali usta biraz bekledikten sonra, kaya bir daha yarılıp içinden bir arap çıkmış, doğruca Ali ustanın yanına gelerek:

-Haydi seni peri padişahı istiyor,” demiş. Ali usta da:

-Beni ne yapacak peri padişahı, ben gelemem,” diye cevap vermiş.

Kayadan çıkan arap:

-Haydi kalk Ali usta,” deyince terzi Ali korkarak kayadan içeri girmiş. Bir de bakmış ki içeride dünyada görmediği yerler, çeşit çeşit meyve ağaçları üzerinde meyve yerine altınlar var. Fakat Ali usta bunların hiç birine elini uzatamamış. Daha ötede havuzlar, çiçeklerle süslenmiş bir bahçe görmüş. Burası âdeta yalancı cenneti andırıyormuş. Nihayet arapla beraber büyük bir sarayın kapısından içeriye girmişler. Padişahın odasına çıkmışlar.

Terzi Ali bir de bakmış ki, demin dışarıda gördüğü genç ile kayadan çıkan kız yan yana oturmuş konuşuyorlar. Peri padişahı Ali ustaya sormuş:

-Sen buraya niçin geldin anlat bakalım.

Ali usta:

-Ben buraya bir maksatla gelmedim, fakat halimi arzedeyim. Ben Semerkand şehrinin meşhur terzisi idim. Lâkin bana kimse bir şey diktirmez oldu. Dükkânımdaki eşyayı satarak ekmek parası yaptım. Elimde bir şey kalmadığını görünce dükkânımı kapayıp evime geldim. Baktım ki karım ağır hasta, pek fena oldum. Kızlarım ise bekârdırlar. Ne ilâç, ne de ekmek param var. Düşündüm, düşündüm, nihayet buraya gelerek ölmek isedim,” demiş. Bunun üzerine peri padişahı tekrar sormuş:

-Şimdi ne istiyorsun?

Ali usta da cevap vermiş:

-Hiç bir şey istemem, sağlığınızı isterim.

Peri padişahı o zaman şunları söyler:

-Biz padişahız, bizim sağlığımızdan sana ne fayda var?” Hemen arabı çağırarak:

-Behzad, git içeriden beş yüz altın getir, Ali ustaya ver, bir de divan odasındaki büyük dolabın alt gözündeki ilâcı alıp gel.”

Arap padişahın dediklerini bir dakika içinde yapmış, peri padişahı da Ali ustaya tekrar dönerek:

-İlâcı karıma ver, iyi olur, sen de ne zaman sıkılırsan Behzad diye seslen, artık gidebilirsin Ali usta, istediğin zaman da bizi ziyaret hakkını sana veriyorum,” demiş.

Ali usta, “Allaha ısmarladık” diyerek arap Behzadla beraber saraydan bahçeye çıkmış, sonra kaya yarılınca kendini yeryüzünde bulmuş. Hemen evine gelerek ilâcı karısına içirmiş. Kadın beş on dakika sonra açılmağa, iyileşmeğe başlamış. Babalarının kaybolduğunu zanneden kızları merakla sormuşlar:

-Baba bu gece nerede idin?

Ali usta da:

-Padişahın evinde acele işler vardı, çağırdılar, oraya gittim,” demiş.

Evinde biraz oturarak terzi Ali gidip dükkânım açmış. Birdenbire iki müşteri gelerek Ali ustaya iki kat elbise ısmarlamışlar. Onların arkasından bir müşteri daha gelerek bir kat elbise de o ısmarlamış. Fakat Ali ustanın aklı bir şeye ermez, kendisine hiç müşteri gelmezken böyle erkenden üç müşterinin gelmesi sebebini anlayamaz. Hasılı Ali ustanın işi çoğalır, o kadar ki verilen işleri yetiştirememeğe başlar. Sıkıldığı zaman:

-Behzad” diye, haykırır, kayadaki arap gelip:

-Efendimiz,” diye emrini beklerdi.

Ali usta Behzaddan bir kaç kalfa ile üç beş çırak ister. Ali usta bunlarla çalışarak işlerini yoluna koyar.

Bir gün sabahleyin dükkânını açmış otururken ansızın arap Behzad gelir:

-Efendim peri padişahı seni istiyor, der. Usta düşünür, dükkânını çıraklara teslim ederek Behzadla doğruca kayanın yanma gider. Kaya açılınca içeri girip peri padişahının huzuruna çıkar. Peri padişahı sorar:

-Nasılsın Ali usta, işlerin iyi mi?

-Çok şükür işlerim iyidir, işte geçinip gidiyoruz.

Peri padişahı tekrar Ali ustaya döner, der ki:

-Yeryüzünün padişahı oğluna senin büyük kızını isteyecektir. Onun için kızın çeyizini şimdiden sana hediye ediyorum. Fakat bu olup bitenlerin hiç birini kimseye söylemiyeceksin, eğer söylersen elinde ne varsa alır, seni eski haline koyarım.

Ali usta, eşyayı alıp evine gelir. Bir de görür ki padişah görücüler yollayarak kızını kendi oğluna istemiş.

Bu haberi alarak sevinen Ali usta dükkânına gelir. O sırada eve bir kadın gelerek sorar:

-Siz bu kadar fakir iken nasıl oldu da zengin oldunuz, padişahın oğluna da kızınızı veriyorsunuz, bu nasıl şey?

Ali ustanın karısı ile kızları kadına cevap vermezler. Fakat onların içlerine de bir merak düşer, kendi kendilerine düşünmeğe başlarlar:

-Hakikaten biz nasıl oldu da zengin olduk, dün yiyecek ekmeğimiz yokken bugün aramızdan biri padişahın gelini oluyor, bunun sırrı nedir acaba?

Ali usta, akşam evine gelince yemekten sonra karısı ve kızları ile oturup konuşurlar. Ali usta günden güne daha fazla şöhret kazanır, kızını gelin eder ve kendi de huzur ve saadet içinde yaşamakta devam eder.

Bir gün vaktin padişahı kendisini çağırır. Ali usta da kızının kaynatasını ziyaret etmeği vazife bilir, padişahın sarayına gider. Küçük kızını da vezirin oğluna ister. Ali usta onu da vezirin oğluna verir. Evinde karısı ile yalnız kalir. Fakat Cinli kayanın sırrını karısına bile söylemediği gibi kendisine bile tekrarlamaz. Nihayet yeryüzünün padişahı Ali ustayı bir daha davet eder, der ki:

-Küçük kızın vezirin, büyük kızın benim gelinlerimiz oldu. Siz evde karı koca yalnız kaldınız. Elbet canınız sıkılır. Zaten ben de sarayımda candan bir arkadaş arıyorum. Saray sizindir, buyurunuz, birlikte oturalım.

Ali usta bu teklif üzerine karısını alıp saraya gider, her ikisi de orada ömürlerini rahatça geçirir, rahatça ölürler (Hamamizade İhsan, 1940: 272-276).

Toy Vezir

Vezirin biri padişahın elinden padişahluğu alicek. Padişah da buni anlamiş. Demiş ki: “Oğolum gide gezelim birez.”

Gitmişler, gezerken oğramişler bi adamın yanina ki adam çif sürer. Seksen, doksan yaşlarinde çif sürer. Demiş oğa padişah ki:

“Dede niye er davranmadın?”

Demiş:

“Oğolum ne yapalım? Er davrandım da el aldi.”

Demiş:

“Dede ikilen nasılsın?”

Demiş:

“Uşlen iyiyim.”

“Irahdan nasılsın?” demiş.

“Yakından iyiyim.”

“Bi toy yollasam soyar mısın?” demiş.

“Tam usdasiyım”, demiş.

“Peki.”

Az o yana geçmiş, padişah sormiş vezire ki:

“Ben o adama sordum ki: Dede niye er davranmadın? Dedi ki: ‘Er davrandım da el aidi’, deme ne demeydi?”

Dedi vezir:

“Gide öğrene de geleyim.”

Gitmiş.

Demiş ki:

“Oğolum bi girmizi lira ver diyim.”

Vermiş oğa bi girmizi lira.

Demiş:

“Oğolum, evlendim da gizim oldi; getdi gociya. Mejbur er davrandım da el aidi.

Buydi.”

Gitmiş padişaha demiş:

“Padişahım böyle böyle.”

Padişah demiş ki:

“Ben oğa dedim ki: Birlen nasılsın da...? ‘Üçlen iyiyim’, dedi. Ne demeydi?”

“Bi gide sora da geleyim.”

Gitmiş.

Demiş:

“Şindi ver uş dani girmizi lira da diyim.”

Vermiş.

Demiş ki:

“İki ayaklanın, bi da deynegım üç. Ancak yürüyebiliyerim.”

Gitmiş.

Demiş padişah ki:

“Ben oğa dedim ki: Irahdan nasılsın da...? ‘Yakından iyiyim’, dedi. Bu da neydi?”

“E gide sorayim.”

Gitmiş sormiş.

Demiş ki:

“Ver dört yüz lira diyim.”

Vermiş.

Demiş ki:

“Irahlari göremem ama yakınlan görürüm.”

“E ben oğa sordum ki: Bi toy yollasam soyar mısın? O nedir? Git sor bakalım.” Gitmiş sormiş.

Demiş ki:

“On girmizi lira ver diyim.”

Demiş:

“Bu gada olur mi?”

Demiş:

“Oğolum, kelimenin soni. Daha yoh ki sorasın da senlen pazarluk edelum.”

Vermiş on girmizi lirayi.

Demiş:

“Nedir?”

Demiş:

“Seni kibi toy iki kelime beceremez. Verdin bağa bu gada parayi.” (Akgün, 2000: 217-219).

 

Yılan Beyi

Yağmur duası için toplanmış köyün adamları. İçlerinden birinin çocuğu olmuyor diye onu gruba katmamışlar, geri yollamışlar. Adam keder etmiş, ağlamış. Dönerken evine dua etmiş; “Allah’ım bana bir uşak ver de isterse yılan olsun” demiş.

Aradan zaman geçmiş karısı hamile kalmış. Doğum zamanı müjdeyi beklerken bu adam kimse gelmemiş yanına müjde vermeye. Gidip bakmış ki oğul diye bir yılan doğurmuş karısı. Olsun demiş, bunu ben istedim. Allah’a şükürler olsun demiş.

 Aradan zaman geçmiş, yılan büyümüş. Beni evlendirin demeye başlamış. Anası babası; ula oğul seni kim alır, sen yılansın, milleti sokarsın. Yılan söz dinlememiş, illa bana kız bulacaksınız yoksa sizi sokar öldürürüm demiş.

Buna bir yetim kız bulmuşlar evermişler. Yılan kızı sokmuş öldürmüş. Bir zaman sonra yine tutturmuş beni evleneceksiniz. Yine söz dinlememiş. Anası babası mecbur kalmış bir yetim daha bulmuşlar. Onu da sokmuş öldürmüş.

Bir zaman sonra yine aynı olmuş, bulmuşlar bir yetim kız daha. Kız bunu bildiğinden başlamış ağlamaya. Bir ihtiyar adam sormuş kıza niye ağlarsın diye. Kız anlatmış; beni yılana verecekler, yılan daha evvel iki yetim kızı soktu öldürdü. Nasıl ağlamayayım. İhtiyar adam, kızım hiç ağlama, ben arkandayım demiş. Buna tembih etmiş, gızım demiş, sen düğün evinden yetmiş kat çamaşur iste, yetmiş yük de odun iste, demiş. Düğün başlamazdan ateşi hazırlat. Yetmiş kat çamaşuru gey, odunları da ateşe at. Sonra yılan geldiğinde yanına der sana soyun, sen bir kat soyunursun, o da bir kat soyunur. Sen bir kat soyunursun o da bir kat soyunur. Sonunda o ateşin sıcağına dayanamaz kabuğunu çıkarır sen de hemen o kabuğu ateşe atatsın, yılan ateşin harından kabuğu alamaz, böylece kurtulursun ondan. Böyle bir bir anlatmış kıza. Kız ihtiyarın sözlerini tutmuş.

Düğün gecesi millet beklemiş. Yılan nasılsa kızı sokacak öldürecek diye. Sabahına cenazeyi almak için gitmişler bunların yanına, bakmışlar ayın ondördü gibi yatıyor kızla oğlan birbirlerine sarılmış. Oğlumuz yılanlıktan kurtuldu diyine kırk gün daha düğün etmişler (Çelik, 1999).

Fıkralar

Fıkralar güldürüyü esas alan bunun yanında iğneleyici, eğitici, ikaz edici sade ve kısa anlatı bir türüdür. Toplumun içinden mizahi kişilerin yer aldığı, yaşadığı veya yaşaması muhtemel olaylar, daha çok erkek meclislerinde, sohbetlere renk katmak maksadıyla anlatılırlar. Yörede Nasrettin Hoca fıkraları bilinir ve anlatılır. Fıkralarda kurnaz, hazır cevap tipler ve sözle istihza çokça karşımıza çıkar. Yörenin kültürünü, fikriyatını, zekâsını yansıtan bu anlatı türü ait olduğu yerde kıymetli ve anlamlıdır. Bu minvalde Trabzon’a özgü fıkra örneklerinde de yörenin öne çıkan unsurlarını görmek mümkün.

Avcı Temel

Temeller ava gidiyorlarmış. Temel arkadaşına “İşte ben şöyle avcıyım. Böyle avcıyım. Böyle nişan vururum. Diye anlatıyor. O sırada ördekler görünmüş. Temel bi el ateş etmiş. Ördeklerin hepsi kaçmış, bir tane bile vuramamış.

Arkadaşı da dönüp Temel’e; “Gerçekten iyi avcısın. O saçmaları o kadar ördeğin arasından nasıl geçirdin?” demiş.

Genç-İhtiyar

Tonya’nın ağalarından Şişmanoğlu’na köy kahvesinde Simbanoğlu lâkaplı eşkıya sorar:

-Ula Şişmanoğlu! O kadar adam öldürdün, kıyamette onların gunahından ne yapacasun? Allah’a nasıl hesap vereceksun?

Şişmanoğlu, Simbanoğlu’nun yüzüne ters ters bakar ve:

-Bana bak! Asıl sen ne yapacasun? Ben işi bitmiş ihtiyarlari vurdum, sen ise taze delikanlilari vurdun (Topal, 1999: 87).

Oflu ile Bayburtlu

Oflu birisi Bayburt’un bir köyünden geçerken bir kalabalık görür, merak edip yanlarına gittiğinde cenaze namazı kıdırmak için adam ardıklarını, ancak bulamadıklarını görür ve onlara katılır.

Kalabalığa katılan Ofluya nereli olduğunu sorarlar. O da Oflu olduğunu söyleyince cenaze namazını kıldırmasını isterler, fakat Oflu hoca olmadığını, bu yüzden cenaze namazını kıldıramayacağını söyleyince oradakiler buna inanmaz ve Ofluların mutlaka hoca olacağını söylerler.

Cenaze namazını kıldırmaya mecbur kalan Oflu, cemaate mevtayı aşağıdaki ırmak kenarına getirmelerini ister.

Cenaze ırmak kenarına geldikten sonra Oflu cenazenin yanında hiç kimsenin kalmamasını ister. Sebebini soranlara “Benim hocalığım böyledir, tek başıma cenaze namazı kıldırırım.” der.

Aradan yarım saat geçer Oflu tek başına cemaatin yanına gelir. Herkes, merakla Ofluya sorar:

-Hocam cenaze nerede?

-Valla Öyle eyi, öyle has adam idi ki, bi okudum oni uçti!

Köylüler bu işe bayağı şaşırırlar, fakat itiraz da edemezler.

Bir-iki saat sonra birkaç kişi omuzlarında, dereden aldıklarını söyledikleri, bir cenazeyle çıka gelirler. Köylüler hemen Ofluyu yakalayıp sorarlar:

-Hani sen okuyup uçurduydun bunu!

Oflu gayet mahcup bir şekilde:

-Valla ne bileyim, eyi idi, has idi, okudum oni uçti, yukarıda ne halt eyleyip endi aşağa duşti, oni bilmem (Topal, 1999: 108).

Tokat

Rafet Ağa’nın evine iki komşusu gelir. Birisi morarmış olan yüzünü göstererek:

-Rafet Ağa, Fehmi bana hiç sebepsiz yere bi tokat attı. Bu haksuzluk değil mi?

Rafet Ağa, biraz düşünür:

-Hayır Fehmi haklıdır.

-Ama nasi olur Rafet Ağa. Benim hiç bi suçum yok ki.

-Sen nasilsa tokati yemişsun. Ona haksızsun deyip ben de suçsuz yere tokat yemeyeyim (Topal, 1999: 126).

 

Kabadayı

Kendini kabadayı sanan biri yolda yürürken ensesine bir tokat patlamış.

“Vay, anam!” deyip hiddetle arkasını dönmüş. Bakmış dev gibi bir adam. Bozuntuya vermeden sert bir sesle:

-Bana bak, ciddi mi vurdun yoksa şaka mı?

-Ciddi vurdum ne olacak?

-İyi o zaman, ben de şaka sandım. Böyle şakalara hiç tahammül edemem, ama madem ciddi vurdun o zaman mesele yok,” deyip yoluna devam etmiş (Çelik, 2005).

Su

Ofli Mehmet Çavuş, askerden geldikten sonra köy camiinin yanına çay ocağı açar. Fakat günler geçtiği halde ocağın pek müşterisi yoktur.

Köyden ihtiyar bir dede her sabah ocağa gelerek Mehmet Çavuş’tan bir bardak su istemektedir. Yine çavuşun canının sıkkın olduğu bir gün dede:

-Çavuş uşağum! Ölmüş babanın hayruna bana bir bardak su verir misun?

Çavuş, artık dedeye bedava su taşımaktan sıkılmıştır:

-Yav dede! Geçen akşam rüyamda babami gördüm. Babam bana: “Oğlum, sudan boğuliyrum, bana daha su yollama, artık yetti!” dedi (Topal, 1999: 141).

Ad Öğretmek

Trabzon’lu bir genç Almanya’ya gider. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra koluna bir Alman kızı takarak memlekete döner. Konuşması, hareketleri bayağı değişmiştir. Annesi-babası onun bu haline çok şaşırırlar. Çocuk Almanya’ya gitmeden önce her gün yaptığı işleri artık becerememekte, her gün gördüğü şeyleri tanıyamamaktadır.

Bir gün bahçeye inerler. Baba, tarlalara inek gübresi dağıtırken oğlu elindeki tırmığı göstererek sorar:

-Baba, elindeki şeyin adı ne?

Babası elindeki tırmığı yere bırakarak:

-Oğlum, şu ucuna bir bas sana adını söyler.

Oğlu gidip tırmığın ucuna basmasıyla tırmığın sapı tam alnına vurunca:

-Ağzına yandığımın tırmığı! deyince babası:

-ben sana demedim mi oğlum, onun ucuna bastığında adını söyler (Topal, 1999: 142).

İlk Mesai

Tonyalı biri İstanbul’a çalışmaya gider. Birkaç ay sonra kardeşine İstanbul’da bol miktarda altın bulduğunu ve zengin olduğunu yazar ve kardeşinin de İstanbul’a gelmesini ister.

Kardeşi abisinin sözünü tutarak İstanbul’a gider. Otobüsten iner inmez, ayağının dibinde bir kese altın görür, tam eğilip alacakken: “Daha ilk günden işe başlayamam ya, hele yol yorgunluğuni üzerimden atayim.” der (Topal, 1999: 152).

Beyaz Saçın Sebebi

Hacı Murat Ağa’nın saçları beyazlamıştır. Bir akşam evde küçük torunuyla oynamaktadır. Çocuk dedesinin sakalından tutar ve sorar:

-Dede, neden senin saçların beyazlamış da, sakalın hâlâ siyah.

-Torunum, sakallarım, saçlarımdan on beş sene sonra çıktı da onun için (Topal, 1999: 168).

Okuma Yazma

Of’un merkez köylerinden birinde 80’li yıllarda her yerde olduğu gibi okuma yazma seferberliği düzenlenir. Dönem sonunda kaymakam, kursun ne kadar başarılı olduğunu anlamak maksadıyla kursu teftiş için köy okuluna gider.

Kurs öğretmeninin bir dersini dinleyen kaymakam, ders sonunda ayağa kalkar, tahtaya büyük bir fare resmi çizerek; resmin altına ‘FARE’ yazar ve sorar:

-Bu yazıyı kim okuyacak. Kısa bir sessizlikten sonra; sınıfın en yaşlılarından bir bayan heyecanla parmağını kaldırır ve tahtaya gelir. Kendinden emin bir şekilde işaret parmağını yazının altına kor ve heceleyerek şöyle okur:

-Siiiiiiçaaaan (Topal, 1999: 180).

Biz Sizi Düşünelim

Açıkalan köyünün ileri gelenlerine Tarım ve Köyişleri Bakanlığından gelen yetkililer fındık yetiştiriciliği konusunda bilgiler vermektedirler. Programın sonlarına doğru, yetkililerden biri:

-Arkadaşlar! Biz hep sizi düşünüyoruz, bizim başka bir amacımız yoktur- deyince Osman Ağa:

-Yok uşaklar siz bizi duşunmayın, verin maaşınızı bize; biz sizi duşunelum (Topal, 1999: 191).

Hakem mi Futbolcu mu?

Trabzonspor’a yeni bir futbolcu transfer olur. Lakur Osman’a köylüler bu futbolcuyu çok överler. Oynanan ilk lig maçında Osman Ağa futbolcuyu seyreder ve hiç beğenmez.  Arkadaşları sorarlar:

-Osman Ağa, yeni trasferumuzi beğendin mi?

-Beğenmesine beğendum da yalnız merak ettuğum bi şey var; acaba bu futbolciyi hakem olarak mi transfer ettiler yoksa futbolci olarak mi?

-Niye Osman Ağa?

-Hep topun gittuğu yerde olup topi eyi takip edeyi da, hiç toplan buluşamayi da ondan (Topal, 1999: 196).

Zenginliğin Nedeni

Köy kahvesinde konu zenginliktir. Muhammet Ağa’ya sorarlar:

-Kimsa zengin olamayi da neden Tufanın Ahmet o kadar zengin?

Muhammet Ağa, biraz düşündükten sonra yanındakilere Tufanın Ahmet’in evini göstererek:

-Görmeyi misunuz, evini herkesten aşağıye yaptı ki, herkesin parasi yığılup ona gelsun. Elbette zengin olur (Topal, 1999: 230).

Otobüs Ürktü

Bir gün Cemal Ağa sarı otobüsünü Bayburt yolunda yuvarlar. Ufak yaralarla kurtulan Cemal Ağa, Meksilâ’ya döner. Cemal Ağa’yı otobüssüz görenler ne olduğunu sorarlar. Cemal Ağa: “Bizim otobos Bayburt’ta develeri gördü, ürktü atladi yoldan altina” der (Duman, 2011: 345).

Maymundan Gelduk

Maçka’nın Mataracı köyünde cenaze vardı. Yakın uzak komşular toplanmış ağlaşıp sızlaşıyorlar. Kadının biri: “Eee, topraktan gelduk, toprağa gideceğuk”, deyince, yakınındaki diğer kadın söze karışır: “Ne bileyim! Ha bu yeni okumişler deyiler ki, maymundan gelduk” (Duman, 2011: 352).

Hoca Çıktı Mandalar Yesin

Cansız Hoca, kentin ileri gelenlerinin bulunduğu bir yemekte imiş. Yemek sırasında içlerinden biri şu fıkrayı anlatmış: “Hoca ile manda bir bostana girmişler. Görenler, mandayı bırakmışlar, daha fazla yer diye hocayı bostandan çıkarmışlar.” Anlatılan bu fıkra üzerine Cansız Hoca, masadan kalkmış ve bir kenarda oturmuş. “Hocam niçin erken kalktınız?” diyenlere: “Hoca çıktı, mandalar yesin”, demiş (Duman, 2011: 359).

Bir Daha Dirilemezsin ki

Maçka’da adamın birisi, kendisini çok sinirletip bunaltan birine:

-Ula ben seni vururum. Ama bir daha dirilemezsin ki anlayasın oni, der (Duman, 2011: 363).

Bu Bir-İki Değnek İşi Değil

Maçka’nın Boğaç Köy’ünde, komşusu tarafından dövülerek başı yarılan, yüzü-gözü yara bere içerisinde bırakılan bir adama, başından geçenler sorulunca:

-Falancayla kavga ettik. Bana bir-iki değnek vurdu, der. Onu dinleyen, ama durumunu da gören köylüsü:

-Yok, bu bir-iki değnek işi değil. Burada otuz değnekluk iş var, der (Duman, 2011: 366).

Köyün Zengini

Köyün birinde zengin bir adam varmış. Adam çok zenginmiş ama erkek çocuğu yokmuş. Arkadaşlarından biri bir gün ona, senin erkek çocuğun yok, benim oğlanlardan birini vereyim sana da malını, mirasını eniştelerin yemesin, demiş.

Zengin adam cevap vermiş: Doğru dedin, oğullarından birini bana ver, ama onu üvey ana eline bırakma, anasını da onunla birlikte bana yolla (Albayrak, 1998).

Holo’nun Domuzları

Holo köylerinde bir kış çok fazla yaban domuzu görünür. Köylüler bir avcıyı göreve çağırırlar. Avcı isteklerini sıralar: bir çift kıl çorap, bir kavran tereyağı, peynir, kavurma, fındık vs.

Bunun üzerine köylülerden biri:

Hey kurban olayim Holonun domuzlarina; ne yağ isterler ne peynir (Durgun, 2005: 492).

8 Dil Bilen Papağan

İş adamının biri yurt dışından dönüşte çok para ödeyerek aldığı papağanı şoförüyle evine yollamış. Kendisinin işleri varmış, akşamdan evvel eve dönemeyecek. Uzun yoldan dönen kocası için yemek telaşındaki karısı eve gönderilen papağanı cins bir tavuk zannederek kesip pişirmiş.

Adam akşam olup da sofraya oturunca, gönderdiği papağanın pişirilmiş olduğunu anlayınca sinirlenerek söylenmiş karısına:

-Yahu bir papağanı tavuktan ayırt edemedin mi? Ona ben kaç para ödedim haberin var mı? Tam sekiz dil biliyordu o papağan.

Karısı hiç istifini bozmadan cevap vermiş:

-Madem sekiz dil biliyordu, ben onu keserken niye bir şey demedi (Albayrak, 1997)?

Efsaneler

Efsaneler gerçek kabul edilen çoğunlukla doğaüstü nitelikler içeren anlatılardır. Efsaneler yörenin tarihi, yaşam tarzı, düşünce yapısı, inançları ve gelenekleri hakkında bilgiler verir.

Yörede cinlerle ilgili ve taş kesilme motifli çok çeşitli efsaneler anlatılır. Gündüz karşısına çıkan sürüngen türü bir hayvana zarar veren kişi, gece kapısını çalan jandarma/asker kılığındaki cinler tarafından alınıp mahkemeye götürülür. Yörede pek çok anlatıda hikâyesi bu şekilde kurulan cin mahkemelerinden söz edilir. Cinlerden söz eden anlatılarda yaygın olarak görülen bir diğer motif gece yarısı ormanda karşılaşılan düğün / horon halkasıdır. Cinleri gören kişi horon halkasına katılır. Sabaha kadar horon eder. Yorulunca uyuyakalır. Sabah ezanıyla oyandığında etrafında kimse olmadığı görür.

Mağaradaki Altınlar

Araklı’nın Pazarak mahallesinde derin bir mağara vardır. Mağaranın ortasındaki çukurda altın dolu küpler olduğu rivayet edilmektedir. Köydeki caminin imamı da bu definenin peşindedir.

İmam bir gece düşünde gördüğü yaşlı bir adamdan defineyi nasıl bulacağının bilgisini alır; nişansız bir koyun bulacak, koyunu mağaranın girişinde kesecektir. Hiç konuşmadan mağaranın ortasındaki çukura inecek ve hazineye kavuşacaktır. 

Sabah uyanır uyanmaz yaşlı adamın talimatlarına göre hareket eder. Ne olur ne olmaz diye düşünüp karısını da yanına alır. Mağaranın ortasındaki çukura inmeden evvel karısını tembihler; sakın ağzını açma, hiç konuşma, yoksa büyü bozulur.

İkisi birlikte çukura inerler. Çukurun ortasına, küplerin olduğu yere vardıklarında cinler periler etraflarını sarar. Yarı çıplak peri kızları imama sırnaşmaya başlar. İmamın karısı gördükleri karşısında tutamaz kendini; İmam efendi, nedir bu rezillik!

Kadın daha sözlerini tamam etmeden kendilerini mağaranın dışında bulurlar. İmam öfkelenir: Tutamadın dilini, bak şimdi altınlardan da olduk, çenen tutulsun emi! (Gedikoğlu, 2016: 315)

Deli Bal Efsanesi

Ksenophon, Anabasis adlı kitabında onbinlerin zorlu bir yolculuktan sonra Trabzon önlerine geldiğini, dağlardan geçerken ağaçlardan bal damladığını görürler. Aç biilaç olan askerlerin çoğu üşüşüp baldan yiyince ya uykuya dalar, ya da deli olurlar. Aradan saatler geçer fakat uyanamazlar. Onları gören yerliler üzerlerinde ne varsa alırlar, ayılanları da bir güzel döverler. Askerlerde ayık olanları kıyıya doğru kaçmaya başlarlar.

Balın yörede yetişen zifin çiçeği, ağu çiçeği, zafinos adlı sarı çiçek açan orman gülünden aldığı için adına “Deli bal” adı verilir. Günümüzde yaban arısı balı da denilen bu baldan çok yiyenlerde çeşitli delilikler uyuşukluklar sarhoşluklar görülür ki buna bal tutması denir.

Erlik Keçisi Efsanesi

Dokuz çocuklu bir kadın yayla yolunca çok yorulur. Mola verip oturduğu yerde, henüz kundakta olan bebeğini bir ağaç kovuğunda bırakır. Diğer çouklarıyla birlikte yola devam eder. O sene yaylada görülmemiş bir fırtınaya çıkar. Sekiz çocuğunu bu fırtınada kaybeder. Keder içinde yayladan köyüne geri dönerken, ağaç kovuğunun olduğu yerde terk ettiği bebeğini bulur. Bebeğin yanında bir de erlik keçisi vardır. Kadın anlar ki, yokluğunda bu keçi bebeğe bakmıştır. Yörede bu efsanenin anlatıldığı köylerde yaban keçisi avlanmaz, eti yenmez.

Kırkkızlar Efsanesi (Şalpazarı)

Obada harman zamanında kızların yanına fakir bir ihtiyar gelir. Kızlardan bir şey ister, kızlar bunu tersler, bir şey vermeden gönderirler. Yaşlı adam beddua eder bunlara. Orada o kırk kızın kırkı da birden ölür. Mezarları oradadır.

Bu efsanenin farklı varyantlarında yaşlı adam Hızır olarak da anlatılır. 

Sümela Manastırı Efsanesi

Maçka ilçesine bağlı Altındere vadisinde Hristiyanlarca önemli bir manastır bulunmaktadır. Yunanca adı Panagia (Meryem Ana) Sümela veya Theotokos Sümela’dır.

Dünyaca ünlü bu kaya manastırı için şöyle rivayet edilir ki: Karadenizli Hristiyan Rumlar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonosundan bir şey diledikleri zaman ‘stou mela’ diyorlarmış bu kelimenin de zamanla Sümela’ya dönüştüğü düşünülüyor, ayrıca bu yüzden manastıra ‘Karadağın (Mela dağının) bakiresi’ de denilmektedir.

Manastırın ne zaman yapıldığı bilinmemekle birlikte yaygın olarak anlatılan bir efsane şöyledir: Atina’lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem’in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela’nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon’a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlar.

Bu efsanenin başka bir şekilde anlatımı ise şöyle: İsa Peygamberin havarilerinden olan Lukas’ın bir tahta parçası üzerine çizdiği Meryem Ana resmi (ikona) yıllar sonra kendiliğinden Atina’ya uçmuş. Renginin koyuluğundan ötürü daha sonraları Kara Meryem, Kara Melek, Kara Madonna gibi adlarla ünlenen bu resim, Theodosius döneminde, IV. yüzyılda Atina’dan ayrılmak istemiş.

İkona daha sonra melekler tarafından uçurularak, Maçka dağlarının yamaçlarındaki dağ kavuklarından birine yerleştirilmiş O günlerde Barnabas ve Sophranios isimli keşişler rüyalarında Meryem Ana’yı görmüşler ve Meryem Ana keşişlere Trabzon’a gidip ikonanın olduğu kovukta kendisi adına bir kilise yaptırmalarını söylemiş. Keşişler deniz yolu ile Trabzon’a gelerek, Maçka dağlarının yamaçlarındaki taş kovuğu içindeki Meryem Ana ikonasını bulmuşlar. Onlardan önce bu resmi gören yerliler, ikonayı yakmak istemişler, yanmamış Balta ile parçalamak istemişler kırılmamış. Dereye atıp uzaklaştırmak istemişler, derenin suyu ikonayı sürüklememiş. Meryem Ana tarafından görevlendirilen iki keşiş, melekler tarafından ikonanın konulduğu kovuğa önce bir kilise, sonra bir manastır yapmışlar. Hayatlarının geri kalan kısmını Sümela’da geçiren iki keşiş, aynı gün ölmüşler.”

Manastırın ortasında bulunan kutsal havuz için ise kutsal damla efsanesi adında şöyle bir inanç bulunmaktadır:

Manastırın ortasındaki kutsal havuza, 30-40 metreden iri su damlaları değişik aralıklarla düşermiş. Kutsal olduğuna inanılan bu damlalar, yüzyıllar boyunca umutsuz hastaların ve kısırların umudu olmuş. Tarih boyunca Müslüman, Hristiyan birçok hasta, efsanenin getirdiği umudu paylaşmak amacıyla manastırı ziyaret ederek zengin adaklar ve kurbanlar adayarak damla tedavisine girmişler.

Trabzon Şehrinin Fethiyle İlgili Olarak Anlatılan Hoşoğlan Efsanesi

Fatih Sultan Mehmet Trabzon’a gelir, Pontos kralı David, Fatih’e karşı koyamayacağını anlar. Kenti kurtarmanın yollarını arar, en akıllı adamlarına danışır. Fatih’e şöyle bir öneri yapılmasına karar verilir. “Kentin dışında, kıyıda Ayasofya Kilisesiyle Kule arasında bir zincir gerilidir. Fatih’in her zaman övündüğü topçuları bu zinciri kırk atışta koparabilirlerse kent hiçbir direnme olmaksızın teslim olacaktır. Koparamazlarsa ordular geri çekileceklerdir.

Fatih öneriyi kabul eder. Topçular hazırlanır atışlar başlar. En iyi nişancılar bile zinciri koparamaz. Sıra son atıştadır, Fatih: “Kendine güvenen varsa geçsin topun başına” der. Kimse göze alamaz.

Derken top birden ateşlenir. Atışı yapan Hoşoğlan adında çelimsiz bir yeniçeridir. Huzura getirilir, Fatih topçu olup olmadığını sorar; olumsuz cevap alınca da öfkelenip başını vurdurur. O anda tepelerden bir çığlık yükselir. “Zincir koptu kent teslim oluyor” Ortalık bir anda karışır. Ordu çığ gibi kente akmaya başlar. Hoşoğlan da kesik başı koltuğunun altında en önde koşmaktadır. İlk coşku geçip de Hoşoğlan’ın farkına varıldığında olduğu yere düşer, ölür ve öldüğü yere bir türbe yaptırılır.

 

Cimri Kocakarı

Köprübaşı ilçesinin Akpınar Köyünde cimri bir kadın yaşarmış. Kapısına gelen yaşlı bir adam ondan bir parça ekmek ister. Kadın, ihtiyar adama ağlayan çocuğunu susturursa ekmek vereceğini söyler. Yaşlı adam el açıp dua etmiş, ağlayan çocuk susmuş.

Cimri kadın, fırından çıkardığı ekmeği ihtiyara uzatınca, elindeki ekmek büyümeye başlamış. Ekmeği ikiye bölmüş. Böldüğü parçayı adama uzattığında ekmek yine büyümeye başlayınca kadın ekmeği vermekten vazgeçmiş. 

Yaşlı adamın gitmesiyle, çocuğun ağlaması aynı anda olmuş.

Aynı gün köyde sel felaketi yaşanmış. Köyde hiç kimseye bir şey olmamış, sadece cimri kadının evini sel almış. Halk bu olayı, cimri kadının Hızır’a ekmek vermeyişine bağlamış (Işık, 1998: 56).

Hıdırellez Efsanesi

Yörede yaygın olan bir inanışa göre Hıdırellez’de çalışmak haramdır. Çalışanlar belli bir saatte iş başında yakalanırlarsa mutlaka yaptıkları işe göre cezalandırılırlar. Efsaneye göre Hıdırellez günü bir ailenin fertleri tarlaya çift sürmeye giderler. Anneleri tarlaya ekin atmakta oğulları ise öküzleri ile tarlayı sürmektedir. Hepsi oldukları yerde çifte karışır ve yerlerinde birer ağaç biter. Rişk yaylasında bulunan ormanda ağaçların arasında kocaman taşlık bir alan vardır. Tamamen boş olan bu alanda önde bir ağaç, ekin atan anneyi, arkadaki iki ağaç, çit süren çocukları, onların arkasındaki ağaç ise öküzleri temsil eder.

Hızır

Ağır kış nedeniyle Geyikli’nin yolları kapanır. Böyle karlı bir gün köye yaşlı bir dilenci gelir. Kapısını çaldığı insanlardan yiyecek bir şeyler ister, ancak kimse bir şey vermez. Akşam namazı vakti yaşlı adam, Bayram Özsoy’un kapısını çalar. Bayram Özsoy, yabancıya bir ibrik su verir. Yabancı, suyu alarak dışarı çıkar. Ertesi gün köye çığ düşer, Öküzlü Mahallesi’ni alıp götürür. Bu mahallede oturan Bayram Özsoy’un evine ise hiçbir şey olmaz (Işık, 1998: 55).

Hızır’la İlgili Bir Efsane

Fakir bir karı-koca vardı, bir inek bir keçi bir de koyunları var, malları da yok. Yaylacılık yapıyorlar. Kadıncağız hayvan otlatırken, yaylada suyun başında bir ihtiyar adam görüyor. Adam suyun başında abdest alırken kadını görüp yağ istiyor. Kadın istediği yağı veriyor. İhtiyar adam duasını edip ortadan kayboluyor.

Kadın yayık vuruyor, bir yayıktan alıyor iki fıçı yağ. Aynı sene Rus işgale geliyor, bunlar da ne yapsın muhacirliğe gidiyorlar. Giderken o iki fıçı yağı mağarada serin bir yere gömüp, hayvanları da bırakıp gidiyorlar.

Ruslar buralardan gittikten sonra o aile geri dönüyor köyüne. Çıkıyorlar yaylaya. Mağaraya gömdükleri o iki fıçı yağı bıraktıkları gibi buluyorlar. Yağa hiçbir şey olmamış. Sonra mallarını buluyorlar. İki, üç olan hayvan olmuş dokuz yüz doksan dokuz tane.

Bu aile ondan sonra sürüye yeni hayvan alsa o yeni gelenin başına mutlaka bir hal gelir; ya kurt kapar ya hastalanır ya da bıçağa gider. İlla bir şey olur, sürünün sayısı yine olur dokuz yüz doksan dokuz.

Ne kadar zaman böyle devam ettikten sonra mallarını çocuklarına pay ediyorlar da artık ondan sonra o malın bereketi azalmaya başlıyor.

Şehitlerle İlgili Efsaneler

Türk halkı Trabzon ve çevresindeki illerde I. Dünya Savaşı yıllarında vatan müdafaası uğruna çok sayıda şehit vermiştir. Halk, şehitlere olan minnet borcunu unutmaz, şehitler ve şehitliklerle ilgili efsaneler anlatarak onların anısını canlı tutmaktadır.

Çürümeyen Askerler

Araklı’nın Oftinkaya Yaylasındaki şehitlikte halk, yıkık olan mezarlıkları onarmak ister. Mezarları açanlar şehitlerin hiç çürümemiş bedenleriyle karşılaşırlar. İçlerinden biri, tüfeğine sarılmış askerin tüfeğini almak ister. Tüfeği alamayınca komutanı çağırırlar. Komutan şehide:

“Evladım, devletten aldığın emaneti teslim et” der.

Bu söz üzerine şehit asker tüfeği bırakır (Işık, 1998: 125).

Taş Kesilme Motifli Efsaneler

Gelincik Kayası

Of’un Erenköy köyünde, iki genç birbirlerini severler. Fakat kızın ailesi (…) evlenmesine müsaade etmez ve kızı istemediği birisiyle nişanlarlar.

Kazankıran Tepesi’ne geldikleri sırada, kızın sevdiği;

“Bana yar olmadı, başkasına da yar olmasın, taş olsun!” diye beddua eder.

Telli duvaklı gelin, oracıkta taş kesilir.

Bugün hâlâ gelini andıran beyaz bir taş, köyün orta yerinde durmaktadır (Işık, 1998: 26).

Gelin Kayası

Oğulağaç köyünde bir genç babasının rızası olmadığı halde sevdiği kızla evlenir.

Düğün alayı kapıya yaklaştığı sırada, gencin babası:

“Eğer bu gelin hayırlıysa gelinim olsun, hayırlı olmayacaksa taş kesilsin,” der.

Gelin alayı, orada taş kesilir (Işık, 1998: 28).

Gelin kayası diye adlandırılan taşlarla ilgili yaygın şekilde anlatılan efsanelerden biri de şöyledir: Yeni gelin düğün sırasında haber eder kaynanasına, “ben gelmeden evi terk et” diye. Kaynana bunun üzerine beddua eder ve gelin eve varamadan taş kesilir.

Gelin Taşı

Akçaabat’ın Akyazı köyünde, düğün kervanındaki genç kız, evde unuttuğu iğnesini almak için kervanı geri çevirir.

İğnesini alıp, yoluna devam ederken, kızgın ve şaşkın olan anne, babası:

“Allah seni taş kessin” diye beddua ederler.

Gelin ve kervanı orada taş kesilir (Işık, 1998: 29).

Taş Kesilen Gelin

Biri zengin diğeri fakir iki kardeşten fakir olan zenginin işlerini yapar; zengin olan da fakire yardım ederdi.

Zengin olan altı kül, üstü un dolu bir got verir kardeşine. Fakir kız un dolu gotu omzuna alıp yola koyulur. Kız yolda yaşlı bir adama rast gelir.

Yaşlı adam kıza:

“Kızım ne elindekine bak ne de dön geri bak!” der.

Kız merakını yenemeyerek ardına bakar. Arkasına döndüğü anda kız kardeşinin evi yerle bir olur. Evin bulunduğu yerde bir göl oluşur. Kadın da oracıkta taş kesilir.

Trabzon’da merkeze bağlı Dolaylı köyünde yaşanan bu olayın geçtiği yere “Got Kaya,” evin yerinde oluşan göle de “Limli Gölü” denilmektedir. Burası Hıdırellez’de ziyaretçi akınına uğramaktadır (Işık, 1998: 31).

Taş Kesilen Köylüler

Maçka’nın Kadırga Yaylasına gelen aksakallı yabancı bir adam aç olduğu için gördüğü ilk kapıyı çalmış. Süt istemiş. Kapıyı açan adam yaşlıya bir şey vermemiş. Yaşlı adam başka bir kapıyı çalmış. Bu defa yağ istemiş. Kapıyı açan adam o sırada yağ yaptığı halde yabancıya bir şey vermemiş. Yaşlı adam bu defa çobandan koyun istemiş, o da bir şey vermemiş.

Bunun üzerine Hızır:

“Allah hepinizi, sizden daha hayırlı olan taş gibi yapsın!” diye beddua etmiş. Köyde bulunan her şey taş kesilmiş (Işık, 1998: 36).

Taş Kesilen Adam

Yeni gelin kaynanasını istemez. Kocasından annesini baltayla kesmesini ister. Adam “olur mu öyle şey” dese de karısına laf dinletemez. Karısı “ya anan ya ben” diye inat eder. Adam sonunda karısının dediğini yapmaya razı olur.

Annesine “hayde ormana gidelim” der. İkisi birlikte yola çıkarlar.  Ormana vardıklarında oğul anasına esas maksadını anlatır. Anası şaşırır ama bakar çare yok, “peki” der oğluna. “Evvela iki rekât namaz kılayım, sağa doğru selam verirken baltayı vurursun başıma,” der. 

Kadın namaza durur. Namazı bitirip sağa selam verir, bir şey olmaz. Sola selam verir yine bir şey olmaz. Kalkıp döner arkasına, bir de ne görsün, oğlu eli havada taş kesilmiş (Çelik, 2005: 118).

Taş Kesilen Kadın

Araklı’nın Ağaçbaşı köyünde bir kadın, mart ayı çıkar çıkmaz yaylaya gitmeye karar verir.

Komşusu, bu ayda yaylaya çıkılmayacağını, Garıcık Fırtınası olduğunu söyler. O da;

“Martı arkama attım, aprili önüme kattım. Allah izin verse de çıkacağım, vermese de” der ve yola koyulur.

Kadın yayla yolundayken bir fırtına kopar. Öleceğini anlayan kadın, kazanı başına geçirir geçirmez taş kesilir (Işık, 1998: 39).

Bu efsane yörede pek çok yerde küçük değişikliklerle anlatılmaktadır. Sürmene’de anlatılan bir varyantında: Mart ayında çevresindekilerin ikazlarını dinlemeyen, inat edip yaylaya çıkan yaşlı kadın, çıkan fırtınada malıyla birlikte taş kesilir. Bu yere yaşlı kadının ebe olmasından dolayı “Ebeler” denir.

Yine bu yörede anlatılan bir başka varyantında: Kış mevsiminde, “yazı görebilirsem…” diye adakta bulunan yaşlı kadın, Mart ayı çıkmadan açan güneşi görüp mart çıkmadan yaz geldi diye çok sevinir. Yaylaya çıkmak üzere hazırlıklara başlar.

Mart çikti dert çikti,

Oğlaklarum yaza çikti,

Mart götine parmağum,

Fir fir oynar oğlağum” diye türkü söyler.

Adadığı kurban niyetine de başından bir bit ezer. Bunun üzerine Mart ayı ğezebe gelir. Küçük aydan bir gün ister. Küçük ay bu yüzden küçük kalır. Mart ayı aldığı o bir günde kopan fırtınayla yaşlı kadını boğar. Yaşlı kadın yanındaki hayvanlarla birlikte yayla yolunda taş kesilir. Kadının donduğu yerdeki kayalıklara “Kocakarı Taşları” denir (Bilgin ve Yıldırım, 1990: 554-555).